Şeytan Uçurtması

.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; eşşekler bakkal iken katırlar hekim iken tüylerim tiken tiken kaymaklı kadayıf yer iken; anam kapadı ocağı babam kaşıdı bacayı hiç sormayın yaşımı başımı; bin mi iki bin mi in mi cin miyim; yerde miyim gökte miyim peynir miyim köfte miyim; derken karnım acıktı da hepsini yedim; yedim dinlendim yedim keyiflendim yedim dedim dedim yedim; evet efendim sepet efendim artık dilersen masalımıza geçelim…

Şehirlerden bir şehirde, mahallelerden bir mahallede Meriç diye tatlı mı tatlı bir çocuk yaşarmış. Meriç’in annesi çalışır babası evde ona bakarmış. Meriç babasına sevdalıymış. Babasıyla uyanır, babasıyla aynı zamanda uykuya dalarmış. Babasıyla sabah kahvaltıdan sonra sokağa fırlar yemek vakitleri hariç akşama kadar eve dönmezlermiş. Babasıyla sek sek oynar, misket oynar; köşedeki eski ve küçük parkta kaydıraktan kayar salıncakta sallanır, kumdan kaleler yaparlarmış. Arkadaş bulurlarsa babası geri çekilir Meriç’i arkadaşlarıyla başbaşa bırakır, hep kıç cebinde taşıdığı eski püskü kitabını okumaya koyulurmuş.

Meriçlerin mahallesinde pek ağaç yokmuş. Apartmanlar ıkış tıkışmış. Sadece evlerin arka balkonları küçük bahçelere bakarmış. Meriç’le babası bütün oyunların içinde en çok uçurtma uçurmayı ve ‘bir şeye benzetme oyunu’nu severlermiş. Evlerinin duvarları çatlaklarla doluymuş. Duvarların bazı yerleri de rutubetten kabarıkmış. İki kafadar da işte bu çatlakları ve kabarıkları sürekli bir şeylere benzetmeye çalışırlarmış. Onlar için çatlaklar bâzen yol, bâzen kök, bâzen dalmış; kabarıklar bâzen tepe, bâzen kuzu, bâzen kafadaki saçlarmış…

Meriç akşamları annesiyle de oynar; tatil günleri de arka balkonda hep beraber kahvaltı ederlermiş. Evin arkasındaki küçük bahçede betonu delip çıkan, dallarında yırtık şeytan uçurtmaları uçuşan incir ağacını seyretmeye doyamazmış tatlı çocuk. Annesi biraz hüzünlüymüş fakat babası, anneyi güldürmeyi hep becerirmiş. Sonra hep birlikte gülerlermiş. Bir kere suratları asılsa on kere gülerlermiş. Kahvaltıdan sonra baba hep küçük bir defter yaprağını katlayarak şeytan uçurtması yapar; uçurtmayı iplikle bağlayıp uçururmuş. İpliğin ucunu Meriç’e uzatır, Meriç uçurtmayı tek başına uçururmuş sonra. Ve maalesef genellikle uçurtmalar incir ağacının dallarına takılır iplik koparmış.

Birgün nasıl olmuşsa olmuş, Meriç evde tek başına uyanmış!

“Babaaa!” diye bağırmış. Cevap gelmemiş.

Kalkmış anne babasının yatak odasına gitmiş. Fakat kimse yokmuş. Evin her yerine, arka balkona da bakmış, gene de kimseyi bulamamış evde. Salona gelmiş. Tam ortada durmuş. Çok tuhaf hissetmiş. Ne yapacağını bilememiş. Öyle ya sabahları ne yapacaklarına hep babasıyla beraber karar verirlermiş. Ne yapsın ne yapsın? Hiçbir şey gelmemiş aklına. Gözleri dolmuş sanki biraz. Ama ağlamamış. Öyle dikili kalmış ayakta. Kendine yardım edecek bir şeyler bakınmış. Sağda solda kendisini oyalayacak bir şeyler aramış üzüntülü bakışları. Eski, tüyleri dökük halıya takılmış gözü. Halının üzerinde sanki bir surat görmüş. Suratı babasına benzetmiş. Suratın tam karşısındaki küçük lekeyi de kendisine benzetmiş. Farkına varmamış ama biraz rahatlamış içi. Arka balkona koşmuş. İncir ağacına bakmış. Betonu delip boy veren ağacı hayranlıkla seyretmiş. Neden bilinmez kendini incir ağacına yakın hissetmiş. İncirin dallarındaki şeytan uçurtmaları tatil sabahlarındaki kahvaltıları hatırlatmış. Karnının acıktığını fark etmiş. Koşarak buzdolabının kapağını açmış. Bir domates, bir dilim peynir almış tezgaha koymuş. Ekmekliğe ulaşmak için tabure getirmiş içerden. Tabureye çıkmış. Ekmeklikteki taze ekmeğin kıyısını koparmaya çalışmış güçlükle. Ama koparmış. Sonra domatesi, peyniri ve ekmeği bir tabağa koymuş. Önce domatesi ısırmış. Domatesin suyu çenesinden boynuna akmış. Elinin tersiyle boynunu silmiş. Domates yere düşmüş. Domatesi yerden alıp üflemiş ve tekrar başını uzatıp ısırmış. Bu sefer daha az akmış domatesin suyu. Sonra peyniri ısırmış, sonra ekmeği. Sonra koşup tekrardan incir ağacına ve dallarındaki şeytan uçurtmalarına bakmış. Babasıyla nasıl uçurtma uçurduklarını hatırlamış…

Artık tuhaf hissetmiyormuş. Hatta böyle tek başına olmak hoşuna bile gitmiş. Derken, birdenbire babası gelmiş. Oğlunun ağzını, burnunu, boynunu domates kırmızısı, dudaklarını peynir beyazı, kazağını yarı ıslak ve ekmek kırıklarıyla dolu görünce basmış kahkahayı. Çocukcağız öyle sevimliymiş ki. Meriç’i tutmuş kaldırmış, öpmüş öpmüş havalara uçurmuş.

Baba gülücükler saçarak, “Afedersin Meriç’cim ben seni şaşırtacak bir hediye almak istemiştim. O yüzden erkenden çıktım evden. Anlatabildim mi acaba?”

“Eee?” demiş Meriç “Hediye nerde?”

Babası içeri koşup geri gelmiş. O da ne! Meriç’in şimdiye dek görmediği büyüklükte bir şeytan uçurtması! Üstelik yarı saydam. Işık vurdukça rengi, şekli değişiyor; sanki her ân başka bir şeye benziyormuş. Meriç çoook etkilenmiş uçurtmadan.

“Hadi!” demiş babası “Bu uçurtma balkonda uçmaz Meriçcim. Bunu uçurmak için yan mahalledeki boş arsaya gidiyoruz. Hadi! Ama önce ağzımızı burnumuzu silelim, üstümüzü değişelim ve güzel bir kahvaltı yapalım. Sonra da uçurmaya gideriz.”

“Ama ben tokum ki.” demiş Meriç. “Bi sürü yedim ki.”

“Peki! Tamam ben seni yalnız bıraktım elimde olmayarak ama sen bana eşlik eder misin kahvaltıda?” diye sormuş babası.

Meriç başıyla onaylamış. Birlikte şakalaşarak, gülüşerek kahvaltı etmişler. Sonra da boş arsaya gidip doya doya, yorulup bitkin düşünceye kadar uçurtmalarını uçurmuşlar. Eh! Doğrusu bu uçurtmayı uçurmak çok keyifliymiş. Eee! düpedüz şekil değiştiriyormuş bu uçarken. Bir ara annesine, bir ara incir ağacına bile benzemiş…

Akşam olmadan eve dönümüşler. Baba güzel yemekler hazırlamış. Anne gelince hep birlikte oturup kah kah, kih kih yemek yemişler. O akşam Meriç pek erken uykuya dalmış. Annesiyle babası uyurken Meriç’in melek yüzünü seyretmişler bir süre. Sonra sarılmışlar birbirlerine.

Gökten üç elma düşmüş. Biri Meriç’in, biri Meriç’in annesiyle babasının, biri de masal severlerin başına.

.

Sorulu Masal

Bir varmış bir yokmuş, bir eğri bir doğruymuş; bir eksikmiş bir tamammış, bir düzmüş bir yanmış; bazı masallar birbirine benzer bazıları bambaşkaymış.

Ziya, Nur ve Güneş adlı üç güzel, üç şeker çocuk, arnavut kaldırımlı sokakların birindeki üç katlı bir apartmanda yaşarlarmış. Üçünün de tepesinde göze görünmeyen üç küçük peri uçuşup dururmuş.

Ziya apartmanın en üst katında terzilik eden halasıyla birlikte otururmuş. Başına buyrukmuş. Odasına, oyuncaklarına, defterine, kalemine düşkünmüş. Sokağa çıkmayı sevmez genellikle evde, tek başına oynarmış. Ona odasındaki oyunlarında Cesaret Perisi eşlik edermiş.

Nur ise apartmanın giriş katında tur rehberliği yapan anne babasıyla beraber otururmuş. İnsan canlısı bir çocukmuş. Annesi babası gibi gezmeye, sokakta oynamaya, okuldaki sosyal etkinliklere katılmaya pek meraklıymış. Evde çok uzun süre duramaz her zaman dışarı çıkacak bir bahane bulurmuş. Ona her yerde Tevazu Perisi eşlik edermiş.

Güneş ise orta katta öğretmen annesi babası, marangoz dayısı manikürcü yengesi, kitapçı halası özel pilotluk yapan eniştesiyle birlikte otururmuş. Kendine ait bir odası yokmuş. Fakat dayısı ona oturma odasında paravanla bir bölme yapmış. O bölmede bir çalışma masası varmış. Bölmesinde oynar, okur, yazar isterse bir adımda dışarı çıkıp kalabalık ailesine katılırmış. Aslında bölmenin arkasındayken bile herkesle berabermiş. Hem başına buyruk hem de insan canlısıymış. Güneşe de gene varlığından haberdar olmadığı Uyum Perisi eşlik edermiş her zaman.

Güneş, her gün alt ve üst katlarında oturan iki çocuğun da kapısını çalar, ikisini de sokağa, oynamaya çağırırmış. Nur hemen dışarı fırlar, Güneş genellikle dışarı çıkmaz çıkarsa da sokakta fazla kalmazmış. Güneş ise Nur’la sokakta oynamayı sevdiği kadar Ziya’yla evde oynamayı da severmiş. Üç çocuk bir araya geldiğinde tepelerindeki periler de bir araya gelir, fırsat bu fırsat diyerek bol bol çene çalarlarmış.

Bu üç güzel çocuk uykuya daldıklarında periler gene çatı katında çıkarlar; orada istirahat eder; sabaha kadar gene çene çalarlarmış. Çok gevezeymişler yani. En çok çocuklar üzerindeki etkilerini konuşur; yaptıklarından gurur duyar; sihirli güçleriyle övünürlermiş. Bir gün Uyum Perisi, ortaya bir lâf atmış. Cesaret Perisi ile Tevazu Perisi’ne çocukları bir günlüğüne değiş tokuş etmeyi önermiş. İki peri bu fikri pek parlak bulmuşlar. Çocukları değiş tokuş etmişler. Nur’unki Cesaret Perisi, Ziya’nınki Tevazu Perisi olmuş. Böylece periler güçlerini bir kez daha sınama fırsatı bulacaklar ve bir kez daha kendileriyle gurur duyacaklarmış. Öyle de olmuş.

Ertesi sabah Ziya uykudan uyandığında bir tuhaflık hissetmiş: İçinden fırlayıp sokağa çıkmak, akşama kadar çocuklarla oynamak, kendi başına gezmelere gitmek geçmiş. İçi kıpır kıpırmış! Cesaret Perisi’nin yerine Tevazu Perisi’nin geçtiğini nerden bilsin yavrucak. Halası yeğenindeki değişimi şaşkınlıkla izlemiş.

Aynı şekilde Nur’da uyandığında bir tuhaflık hissetmiş. İçinden dışarı çıkmak gelmemiş. Aklına garip garip düşünceler üşüşmüş. Düşüncelere öyle kaptırmış ki kendini yatakta gözleri tavana dikili, öylece bir koca saat kalmış. Kahvaltıdan sonra da durgunlaşmış. Yavaş yavbaş odasına gitmiş. Hayâl ettiği şeyleri heyecanla yazmaya başlamış. Annesi babası ondaki değişimi şaşkınlıkla izlemişler.

Güneş ise her zamanki gibi arkadaşlarını oynamak için çağırmaya gitmiş. Vay vay ne görsün! Ziya hemen fırlamış dışarı. Vee Nur ise bahaneler uydurmuş çıkmamak için. Gene de zar zor çıkmış. Güneş de iki arkadaşının böyle âniden değişmesine çok şaşırmış. Hiç kimse olan bitenlere bir anlam verememiş.

Perilerse olayları kahkahalar atarak seyrediyorlarmış. Çocukların üzerindeki etkilerinin büyüklüğüyle gurur duymuşlar.

Fakat zaman ilerledikçe görmüşler ki işler istedikleri gibi gitmiyor. Mesela Tevazu Perisi Ziya üzerinde daha fazla etkili olamamış.

Misket oynarlarken Ziya birden, “Üfff! Ben sıkıldım. Artık eve dönmek istiyorum. Aklıma bir şey geldi valla bak!” deyivermiş. Bu lâf üzerine Güneş üçüncü kez şaşırmış.

Aynı şekilde Cesaret Perisi de Nur üzerindeki etkisini kaybetmiş.

Nur âniden durup, “Üç kişi zaten azız. Şimdi Ziya da gidince iyice azalıcaz. Hadi Güneş! Bi koşu yan mahalledeki Selimleri, Ayşegülleri, Cansuları, Cengizleri, Didemleri, Tansuları da çağıralım ki oyunun tadı çıksın.” demiş. Bu lâf Güneşi dördüncü kez ters köşeye yatırıp, şaşırtmış.

Asıl şaşıranlarsa Cesaret ile Tevazu Perileriymiş. Acaba çocuklar üzerindeki güçlerini mi yitiriyorlarmış? Çocuklara etki edemedikleri için gururları mı incinmiş biraz? Biraz da kendilerini işe yaramaz mı hissetmişler acaba?

Uyum Perisi iki perinin hâline gülmeye başlamış. İki incinmiş peri “N’oldu yaaa!?” der gibi önce birbirlerine sonra Uyum Perisine bakmışlar.

Uyum Perisi daha fazla kendini tutamamış ve “Cesaret Perisi! Ziya’nın içine kapanık oluşunda başrolü oynadığına inanıyordun ama bugün yanıldığını görmüş oldun. Çünkü Ziya kendiliğinden içine kapanık bir çocuk. Tevazu Perisi sen de Nur’un insan canlısı oluşunda başrolü oynadığına inanıyordun ama sen de bugün yanıldığını görmüş oldun. Anlaşılıyor ki Nur da kendiliğinden insan canlısı bir çocuk. Olan biteni kendi gözlerinizle gördünüz.”

İki Peri bir ağızdan sormuşlar, “Ya Güneş? Güneş de kendiliğinden mi uyumlu bir çocuk?”

Uyum Perisi, “Evet! Öyle!”

Periler, “Yani bizim bir etkimiz yok mu çocukların üzerinde?”

Uyum Perisi yanıtlamış, “Var da öyle fazla değil!”

“ O zaman…” diye mırıldanmış iki üzgün peri, “…bu masalda niye varız? Burada niye varız biz? ”

Uyum Perisi kalakalmış. Verecek cevap bulamamış. Kanatlarını çırpmadan havada asılı kalmış…

Mâdem öyle… Mâdem Uyum Perisi verecek cevap bulamamış, masalcıya da cevap vermek düşmez… İyisi mi bu masal soru işaretiyle biten ilk belki de tek masalımız olsun. Evet. Öyle olsun.

Varsın gökten üç elma düşmesin bu sefer. Ve soralım yeniden, “Sahi bu masalda periler niye varlar?”

Şaşırtıcı Bir Çocuk


Bir varmış bir yokmuş, bir yarıymış bir boşmuş, bir yanıtmış bir soruymuş, bir ağaçmış bir koruymuş, bir saçakmış bir olukmuş, bir alçacıkmış bir dorukmuş… Şehirler içinde bir şehirde, evler içinde bir evde herkesi şaşırtmayı seven ismi gibi akıllı ve kıvrak, Rüzgâr adlı bir çocuk yaşarmış…

Rüzgâr, bütün çocuklar gibi içten bir çocukmuş. Fakat ailesiyle ufak tefek sorunlar yaşıyormuş. Tabi bizim için ufak tefek sorunlar onun için kocaman sorunlarmış… Neymiş o sorunlar? Meselâ Rüzgâr ne söylese annesi babası, “Yok o öyle değil böyle!”, “Sen sus! Bilmiyosun sen!”, “Yeter çok ısrar etme!” gibi Rüzgâr’ı derinden yaralayan yanıtlar veriyorlarmış. Bu lâflar çocukcağızı, açıkça söyleyemese de bayağı kızdırıyormuş. Bir iki kez ağlamış, bağırmış hatta küfür bile etmiş ve tabi hemen karanlık odayı boylamış. Off! Karanlık oda da sevimli bir yer değilmiş hani. Salonda oyuncaklarla oynamak varken karanlık odayı kim ister? Üstelik korkutucu da! Fakat kendini durduramıyormuş işte. Aklına bir şey geldi mi soruyor; yemekte ağzını şapırdatıyor; garip, tuhaf bulduğu bir şey hakkında, “pattadanak!” izin almadan konuşuyor; sabahları bir türlü uyanmak istemiyor; büyüklerin dünyasında yakaladığı en ufak yanlışı hiç düşünmeden yüze vuruyormuş. Anne babası da sabırlı insanlar değillermiş sanki biraz. Yahut belki de başka türlü nasıl davranılacağını bilmiyorlarmış. Gündüz baba işe gider, anne ev işleriyle uğraşırmış. Akşam olunca da dizi seyredip, çekirdek çıtlatıp, çay içerlermiş hep. Yani sıkıcı bir hayatmış onlarınki de. Fakat bâzen misafirler gelirlermiş. İşte o zaman işte ah! o zamman, düzen değişirmiş. Rüzgâr bunu fırsat bilir coşarmış. Tabi misafirler de ne kadar oturacaklar? Gelenler gidince gene kalırmış lâftan anlamaz anne babasıyla başbaşa… Uğraş dur!..

Offf! Zaman zaten çok yavaş ilerliyormuş. Büyümek için çok uzun günler, aylar ve çook uzun yıllar geçmesi gerekiyormuş. Kısaca bu hayat onun için çok sıkıcıymış. Rüzgâr düşünmüş taşınmış, kurmuş kurgulamış ve bir gün lâftan anlamaz anne babasına hadlerini bildirmeye karar vermiş… Amanın!.. Ne yapacak acaba?...

İşe akşam yemeğinde başlamış. Anne babasıyla sofraya oturmuşlar. İnanılmaz! Tam anne babasının istediği gibi yemeğini yemeğe koyulmuş: Ağzını şapırdatmadan, çatalı kaşığı tabağa vurmadan, kocaman lokmaları ağzına tıkıp sonra gerisin geri kusmadan; annesinden hatta babasından daha kibar bir şekilde yemekteymiş. Bu durumu yadırgamış anne babası. Haylaz çocuklarının birdenbire böyle efendi ve böyle uslu oluşuna şaşırmışlar. Rüzgâr, bununla yetinmemiş tabi. Anne babasını daha çok şaşırtacak bir şaşırtısı daha varmış. Her şey tam da büyüklerin istediği gibi giderken Rüzgâr âniden donmuş. Gözlerini pörtletmiş. Sabit bir noktaya bakmaya başlamış. Anne babası seslenmişler, “N’apıyosun yavrum. Delirdin mi?” demişler. Fakat o karşılık vermemiş. Pörtlek gözleriyle heykel gibi durmaya devam etmiş. Bunun üzerine çocuğu dürtmüşler, sallamışlar fakat o gene karşılık vermemiş. Büyükler telaşlanmışlar. Yüzlerini al basmış. Yürekleri ağızlarına gelmiş. Hınzır şey, birden sanki hiçbir şey olmamış gibi eskiye dönmüş ve yemeğe devam etmiş. Annesi çekinerek hem de sesi titreyerek, “Az önce ne yaptın sen bakıyım? Bizi çok korkuttun yavrum!” demiş. Rüzgâr istifini bozmadan yemeğe devam etmiş. Tek bir cümle bile sarfetmeye gerek duymamış. Sadece annesine, “Suyu uzatır mısınız lütfen annecim?” demiş. Babasının ağzı bir karış açık kalmış.

Yemekten sonra çay içilmiş. Televizyon açılmış. Rüzgâr’ın anne babası her zamanki gibi çekirdek çıtlatmaya başlamışlar. Rüzgâr da onlara katılmış. Bu akşam yaramazlık yapmak yerine anne babasıyla dizi seyretmek ister gibiymiş. Anne baba gene çok şaşırmışlar. Birbirlerine bakmış, kaş göz oynatmışlar şaşkın şaşkın. Bir yandan da “Sofradaki gibi bir hınzırlık yapacak mı acaba?” diye merakla beklemişler. Ne ki beklentileri boşa çıkmış. Rüzgâr kendinden hiç beklenmeyen şekilde, gayet sıradan tavırlarla diziyi seyretmiş, çekirdek çıtlatmış.

Uyku vakti gelmiş. Yatmışlar. Fakat anne baba, yemekte olup bitenleri bir türlü unutamamış. Özellikle anne, uyanıp uyanıp çocuğuna bakmış. Galiba Rüzgâr’ın gene kendisini şaşırtacağını düşünüyormuş. Baba da her yataktan kalkışında anneyi izliyor anne yatağa dönünce, “Nedir durum?” diye soruyormuş. Anne de “Yok bi şey.” anlamında kollarını iki yana açıyor, şaşkın karı koca tekrardan uyumaya çalışıyorlarmış. Böyle böyle, uyu uyan, yat kalk, dön dolan, sabahı sabah etmişler. İkisinin de pestili çıkmış. Ancak gün doğarken uykuya dalabilmişler.

Rüzgâr ikinci şaşırtısını sabah yapmış. Her sabah uyanmakta zorlanan çocuk, kalkma saatinden bir saat önce uyanmış. Annesi gözlerini aralayacak olmuş, “O da ne!” hiç alışık olmadığı bir görüntüyle karşılaşmış. Rüzgâr elini yüzünü yıkamış, saçlarını taramış, okul kıyafetlerini kendi başına giymiş bir hâlde tepesinde dikili duruyormuş. Anne, sevinçten mi şaşkınlıktan mı bilinmez çığlık atacak olmuş. Kendini zor zaptetmiş. Dirseğiyle dürtmüş kocasını. Yorgun baba önce uyanmak istememiş. Anne tekrar dürtmüş. Sonunda güçlükle uyanmış baba ve Rüzgâr’ı öyle dipdiri, herkesten önce uyanmış ve okula gitmeye hazır bir hâlde görünce küçük dilini yutacak olmuş. Anlayacağınız, Rüzgâr yapmış yapacağını. Anne babası şaşkınlık içindeyken basmış kahkahayı, “kah kah kah!” gülmüş. Sokak kapısından çıkıncaya kadar hiç durmadan gülmüş.

Günler geçip durmuş. Rüzgâr ise anne babasını şaşırtacak yeni olaylar icat etmeye devam etmiş. Böylece hayat daha bir çekilir ve eğlenceli olmaya başlamış. Sadece anne babasını mı öğretmenleri, komşuları, arkadaşlarını da şaşırtmış hınzır. Hem de hiç kimseye zarar vermeden, kimseyi çok korkutmadan. Bâzen inanılmaz güzellikte şarkılar söyleyerek, bâzen perende atarak, bâzen dokunaklı şiirler okuyarak, bâzen tuhaf bir resim çizerek, bâzen de kendisine “Sen bilmezsin!”, “Sus bakayım!” dendiğinde kahkaha atarak geri çekilmeyi bilerek herkesi şaşırtmış. Önceleri onu konuşturmayan, aralarına almayan büyükler artık onu daha sık görmek istiyorlarmış. Çünkü, şimdi bu çocuk ne yapacak? Acaba bizi nasıl şaşırtacak? Diye merak ediyorlarmış. Bâzen Rüzgâr, büyükleri şaşırtmayarak dahi şaşırtmayı başarıyormuş. Ee tabi! Herkese daha sevimli görünüyormuş artık. Sadece varlığı, orda veya burda oluşu bile büyükler için bir anlam taşımaya başlamış. Hâl böyle olunca küçük çocuk artık büyümeyi istemekten vazgeçmiş. Hep ama hep çocuk kalmak ve daima büyükleri şaşırtmak istemiş.

Ve sonunda, gökten üç elma düşmüş. Biri tabi ki Rüzgâr’ın, ikincisi anne babaların, üçüncüsü de şaşırabilen ve şaşırtabilenlerin başına.


Kargalar, Kedi, İğde Ağacı ve Ötekiler

Bir varmış bir yokmuş; varmış çünkü yokmuş, yokmuş çünkü varmış; bu dünya meraklılara darmış çünkü kocamanmış… Şehirler içinde bir şehirde; semtler içinde bir semtte; bahçeli bir apartmanda, yok, daha iyisi apartmanlı bir bahçede meraklı mı meraklı, Neşe adında bir çocuk yaşarmış.

Neşe, apartmanın arkasındaki küçük bahçeye ve bahçede oynamaya bayılırmış. Çapalanmış topraktan, biçilmiş çimlerden gelen kokular çok hoşuna gidermiş. Kokuyu içine çeke çeke lastik, ip atlama, sek sek, evcilik oynarmış arkadaşlarıyla. Evcilik oynamayı daha çok severmiş. Evcilik oynarken yan inşaattan aldıkları delikli tuğlaları dikkatle kırarak minik dolaplar, masalar, yataklar yaparlarmış. Gene inşaatın kumları arasından çıkan midye, istiridye, şeytan minaresi kabuklarından da tabaklar çanaklar yaparlarmış. Karınları acıkınca Neşe’nin annesine koşarlarmış. Neşe’nin annesi tüm çocuklara küçük kekler, poğaçalar, börekler verirmiş. Çocuklar tekrar bahçeye iner oynamaya devam ederlermiş.

Küçük kızın bahçede en sevdiği şeylerden biri de gizlice kuşları seyretmekmiş. Öyle meraklıymış ki hepsinin adını tek tek öğrenmiş. Hepsine ayrı ayrı ilgi duyarmış. Dallarda “cirkleyen” serçeleri sevimli bulurmuş mesela. Sakalarla ispinozların sesini duyar fakat bir türlü kendilerini göremezmiş. Pervazlarda gezinen kumrular, neden bilinmez, içine bir tuhaflık verirmiş. Güvercinler, hele gökyüzünde küme halinde uçan evcil beyaz güvercinler onu çok heyecanlandırırmış. İlkbaharda gelen kırlangıçların yuva yapışlarını, birbirlerine çarpmadan hızla uçuşlarını seyretmek ayrı bir keyifmiş. Kışın kara bulutlar gibi inen sığırcık sürüleri ve sığırcıkların sivri gagalarıyla tüylerindeki gizli renkler çok ilgisini çekermiş. Martılar hep denizi hatırlatırmış. Birkaç kere çook yukarlarda bir çaylak bile görmüşmüş. Birkaç kere de saksağan ile kuyruk sallayan görmüş. Yaz akşamları balkonun yanındaki ağaca tüneyen baykuşun sesleri önceleri biraz tedirgin etmiş fakat zamanla alışmış. Yarasalara da aynı şekilde zamanla alışmış. Ve yarasanın bir kuş değil bir memeli olduğunu da babasından öğrenmiş. Babası hep şöyle dermiş, “Hayvanların çoğu zararsızdır. Eğer sen de zararsızsan.”

Neşe, babasının söylediklerine körü körüne bağlanmayacak ve babasının söylediklerini kulak arkası etmeyecek kadar akıllı bir kızmış. Ayrıca bütün kuşlar içinde en çok kargalara ilgi duyuyormuş. Çünkü kargaları çok akıllı bulurmuş. Babasının söylediğine göre kargalar sayabilirmiş. Fakat sadece dörde kadar. Dörtten sonra kafaları karışırmış. Gene babasının söylediğine göre insanlar da dört şeyi hemen görür, tanır, fakat dörtten fazla şey gördüklerindeyse kafaları karışırmış. Bu bilgi, Neşe’nin kargaları daha çok merak etmesine neden olmuş. Nerde karga sesi duysa kafasını çevirmeye başlamış. Kargalar bir cevizi kırmak için yükselir yükselir sonra cevizi çoook yukardan bırakırlarmış. Ceviz kırılıncaya kadar bu işi tekrarlarmışlar. Neşe bir kere, kırmak için cevizi asfalta bırakan bir karga bile görmüş. Niye? Asfalttaki çetin cevizin üzerinden araba geçsin de kırılsın diye… Sonra bir gün bir kargayı kendi evlerinin mutfak kapısını açmaya çalışırken görmüş. Hemen sinmiş bir köşeye seyretmiş. Karga ağzındaki tahtayı aralık kapıya sıkıştırıp bir kaldıraç gibi kullanmıyor mu? Neşe’nin ağzı, hayrettenbir karış açık kalmış.

Neşe bir gün de bahçede en sevdiği ağaca, iğde ağacına bakıyormuş. Aydınlık bir bahar günüymüş. İğdenin kokusu insanı mest ediyormuş. O da ne! Ağacın dibinde bir tekir kedicik, ağacın dalındaki kargalara sinsi sinsi yaklaşmaktaymış. Aklı sıra gizlice yaklaşıp kargaları yakalayacak. Kargalar dönüp bakmamışlar bile. Kendi aralarında “Gak guk!” etmeye devam etmişler. Kedi yaklaşmış yaklaşmış. Birden ok gibi fırlamış. Kargalar sanki kahkaha atar gibi o ânda havalanmışlar. Tekirin pençeleri boşluğu tırmalamış. İstediğine ulaşamayınca sanki hiçbir şey olmamış gibi patilerini yalamış. Kargalar bu durumu görmezden gelir mi? Gelmemişler zaten. Kedinin tepesinden, arkasından, önünden, sağından, solundan dalışlar yapmışlar. Biri mesela bir yerden dalmış, kedi tam kendini koruyacakken, diğeri ters taraftan dalışa geçmiş. Dakikalarca bu durum sürmüş. Kedicik çareyi iğde ağacının en sık dallı yerine sığınmakta bulmuş.

Neşe, ilk defa kargalara kızmış. Onlara taş atmış. Babası görse çok kızarmış bu işe. Ama ne yapsın, kediciği korumak istemiş. Evet başlangıçta kedinin de niyeti kötüymüş fakat şimdi zayıf durumda olan tekirciğin kendisiymiş. O yüzden birkaç taş fırlatmış kargalara. Bu sefer kargalar Neşe’ye doğru dalış yapmışlar. Neşe kaçmaya başlamış. Bir sağdan bir soldan geliyorlarmış. Küçük kızın ayağı takılmış. Düşmüş! Dizi sıyrılmış. Korkudan kıpkırmızı olmuş. Başlamış ağlamaya. O ağlaya dursun kargalar konmuş iki yanına. Bakmışlar tuhaf tuhaf.

Ve biri konuşmuş, “Korkma çocuk! Biz sadece eğleniyorduk. Ne kediye ne sana zarar vermek istmedik. Dizin sıyrılmış azıcık. Bu yüzden kusura bakma. Ama bize hak ver! Çünkü önce kedi saldırdı bize! Hem sen de taş attın önce.”

Neşe burnunu çekerek gülümsemiş, “Haklısınız! Babam demişti zaten, ‘Hayvanların çoğu zararsızdır. Eğer sen zararsızsan!’ demişti.”

Kargalardan diğeri konuşmuş, “Biliyor musun küçük baban da belki eskiden bir kargaymış? Belki sen de önceden bir kargaymışın?”

Neşe, “Anladım! Eğleniyorsunuz benimle!” diyerek dudaklarını büzmüş.

En son konuşan karga gene konuşmuş, “Tam olarak değil!.. Ama neden yani olamaz mı? Belki önceden de ben bir insandım!”

Neşe, “Olur mu öyle şey!” diye çıkışmış.

İlk konuşan karga, “Hepimiz sonuçta atomlardan yapılmıyor muyuz? Hatta bendeki bazı hücrelerle sendeki bazı hücreler aynı değil mi? DNA’larımız bile çok benziyor.”

Neşe şaşkınlık içinde, “Hiçbir şey anlamıyorum dediklerinizden!” demiş yüzünü ekşiterek.

Kargalar koro halinde, “Akşama babana sor o zaman!” demişler. Ve uçup gitmişler.

Neşe kala kalmış. Öyle meraklanmış ki eczanede dizine pansuman yapılırken ağlamamış bile. Bir ân önce akşam olmasını ve babasının gelmesini dilemiş. Tabiki de akşam olmuş. Neşe’nin babası gelmiş. Neşe olayı anlatmış. Sorusunu sormuş. Babası da kızını dizine oturtup kargaların nasıl haklı olabileceğini ayrıntılarıyla anlatmış. Neşe babasının ve kendinin önceden bir karga olabileceğine gerçekten inanmış. Sadece karga değil her şey olabileceğine inanmış. Gece uykuya dalarken bir karga olmuş bir serçe, bir baykuş olmuş bir çaylak, bir kedi olmuş bir iğde ağacı, bir su olmuş bir toprak... Sonunda her şey ama her şey yani bütün bir evrenin ta kendisi olabileceğini anlamış. Eğer Neşe koskoca bir evrense şu küçücük yatağa nasıl sığdığına şaşırarak uykuya dalmış.

Her zaman ki gibi ama bu sefer büyüklükleri değişik üç elma düşmüş gökten. Ee! Üçü de evrenin başına.


Keçi


Bir varmış bir yokmuş, bir başmış bir sonmuş, bir karmış bir donmuş, bir arıymış bir darıymış, bir reçelmiş bir balmış… Denizden karaya ayak basıp da yokuş yollar geçip de yükseğe en yükseğe çıkıldıkta hava başka, ruh başkaymış.

İşte orda, Kaz Dağları’nın yükseklerinde, birer orman mühendisi olan anne babasıyla Şahin diye bir oğlan çocuğu yaşarmış. Serin ve temiz rüzgârlarda uçurtma uçurur, çam ve meşe kokularıyla kendinden geçer, önünden akıp giden suda kağıt gemiler yüzdürür, sincapları fıstıkla palamutla besler; büyüyünce babası gibi olmak istermiş. Çünkü babası her şeyi bilirmiş. Annesi de bilirmiş ama babası yüksek ağaçlara tırmanmayı, uçurumlardan iple sarkmayı hatta keçiler gibi ortasından ırmak geçen kayaların birinden diğerine atlamayı da bilirmiş. Gerçi Şahin de ağaçlara tırmanırmış. Babasıyla birlikte uçurumlardan iple inermiş inmesine de bir tek kayadan kayaya atlayamıyormuş işte. “Ahh!” Çünkü korkuyormuş. Çünü kayaların arası çok açıkmış. Çünkü iki kayanın arasındaki ırmak deli deli, köpük köpük akıyormuş. Ayrıca korkmasa, atlamak istese bile babası atlamasına izin vermezmiş ki.

Fakat gel gör meraklı çocuğun aklında, ortasından ırmak geçen kayaların birinden diğerine atlamak varmış hep. Atlayamadığı için o kadar çok üzülmüş, bu işi o kadar çok dert edinmiş ki, kayadan kayaya atlamak gündüz düşlerine gece rüyalarına girmeye başlamış. Düşünde ve de rüyasında kendini iki kayanın arasında uçarken görüyormuş. “Hop!” Diye bir çırpıda burdan oraya atlayıveriyormuş. Bir oraya bir buraya atlayıp duruyor, kendini dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyormuş. Değil mi ya? Bir insan kayadan kayaya atlayabildikten sonra daha ne istesin? Bunu başarabilen kişi bir keçi kadar çeviktir bir kere. Üstelik bir keçi kadar özgürdür de. Sözcüğü sözcüğüne böyle düşünmüyormuş Şahincik ama tam böyle hissediyormuş. Ne ki düşler ve rüyalar çok uzun sürmüyormuş. Uyanınca gene gerçekler onu mutsuz ediyormuş.

Annesi, güzel yavrusunun dertli olduğunu hissetmiş. Bir gün dizine oturtup ürkek çocuğunun ağzını yoklamış. Şahincik önce mırın kırın etmiş fakat sonra onu mutsuz eden şeyi olduğu gibi anlatmış. Annesi bakışlarını göğe çevirmiş. Gözlerini kısmış. Derin bir soluk almış. Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş… Sonunda oğlunun tam önüne tebeşirle bir çizgi çizmiş. Sonra dört adım öteye bir çizgi daha çizmiş.

“Benim karlar kadar ak, güneş kadar sıcak oğlum! Önündeki çizgiden öbürüne atla bakalım. Hadi!” demiş.

Şahincik, “Ne var ki bunda.” deyip atlamış.

Fakat sol ayağının topuğu çizgiye denk geldiği için tebeşirlenmiş.

“Olmadı.” demiş annesi tebeşirlenen topuğunu göstererek.

Şahin hırslanmış. Gene atlamış. Gene topuğu tebeşirlenmiş. Daha çok hırslanmış. Gene atlamış, gene atlamış... Altıncı atlayışında başarmış.

Annesine dönüp, “Atladım işte! Yaptım.” demiş.

Annesi, “Bir kere değil hep yapmalısın!” demiş.

Hırslı çocuk tekrar tekrar denemiş. Bâzen başarılı oluyor bâzen olamıyormuş. Annesi oğlunu bir ay boyunca böyle çalıştırmış. Bir ay sonra iki çizginin arasını çeyrek adım uzatmış. Böyle böyle her ay çeyrek adım çizgilerin arasını açmış. Babası da bu antrenmanları desteklemiş. Oğlunu yüreklendirmiş. Ailecek iki çizgi arasında sıçrayıp durmuşlar.

Aradan yıllar geçmiş. Ve inanır mısınız bilmem ama, işe dört adımla başlayan Şahin ilk gençlik yıllarına vardığında on hatta on beş adım uzağa atlayabiliyormuş. Babası bile bu kadar uzağa atlayamazmış oysa. Şahin her gün neredeyse hiç aksatmadan çalışmasının ödülünü almış. Çok güçlü, cesur ve çevik bir delikanlı olmuş. Ayrıca keçiler kadar özgürmüş artık. Kendini bir keçiden farksız görüyormuş. En az haftada bir gün sırt çantasını alıp Kaz Dağları’nın en yükseğine İda’ya tırmanıyormuş. Orda en tepedeyken gece boyunca yaktığı kamp ateşinin alevleri içinde çocukluğunu seyrediyormuş tatlı tatlı gülümseyerek. Keçi gibi ince sakalını sıvazlıyormuş, dağ havasını ciğerlerine çekerken. İşte öyle bir gece yukarıda konakladıktan sonra da geri geliyormuş. Sevgili anne ve babasına yükseklerden serin sular, lezzetli mantarlar, ekşi böğürtlenler, dağ çilekleri, kıpkızıl kızılcıklar getiriyormuş.

Eee! Anlaşıldı. Şahin ermiş muradına biz çıkalım her yanı dağlarla dolu yurdumuzdaki dağlardan birine. Gökten üç elma düşürelim, -sırf çalışsınlar diye- hımbıl ve tembellerin tepesine.


Perihan ile Peri Kıraliçesi


Bir varmış bir yokmuş, bir tatlıymış bir tuzluymuş, bir duvarmış bir yolmuş, bir elmiş bir kolmuş; dilliymiş dilsizmiş, belliymiş belirsizmiş, güzelmiş çirkinmiş, eh! amacı, ereği olan yürür gidermiş.

Perihan küçücük odasında bir yandan ağlar bir yandan ne yaptığının farkına varmadan şarkılar söyler, şarkılarla avunurmuş. Odasından çıktığında ise susar, dünyaya küser, kaşlarını çatar, boynunu büker yürür gidermiş. Çünkü Perihancık kendini hiç ama hiç beğenmezmiş. Kendini çooook çirkin bulurmuş. Gastelerdeki, annesinin dergilerindeki güzel bebek fotograflarıyla ve komşuların kızlarıyla kendini kıyaslarmış hep. Ve neden o çocuklar gibi güzel olamadığına yanarak ağlar dururmuş. Odasındaki barbi bebeklerin, çizgi filmlerdeki çizgi kızların bile ondan daha güzel olduğunu düşünürmüş. Tombul elleri, gür kaşları, kıvır kıvır siyah saçları, dudağının üstündeki tüycükler ve elleri gibi tombul ayaklarından hiç hoşlanmazmış. Annesi babası, dayısı halası, öğretmeni dadısı kendilerine göre güzel bir çocuk görüp de, o çocuğun gözünü kaşını , saçını başını överlerse iyicene kötü hissedermiş kendini. Başlarmış hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Fakat kimseye söyleyemezmiş derdini. Kaçar gidermiş odasına.

Birgün dayanamamış artık odasındaki barbi bebeklerden bazılarının saçlarını kesmiş. Bazılarının saçlarını siyaha boyayıp kıvırcık yapmış. Bazılarına da bıyık takmış. Gülsek mi ne etsek?.. Haa! Bir de ne yapmış? Bebeklerden bazılarını da camdan aşağı atmış. Vay vay vay! Çok sinirlenmiş demek ki Perihancık. Sinirinden saçını başını yolmaya başlamış. Boşuna dememişler keskin sirke küpüne zarar, diye… Masal bu ya! Birden bir mucize olmuş. Oda “Pufff!” diye dumanlar içinde kalmış. Küçük kız burnunun ucunu görememiş. Dili tutulmuş. Dumanların arasından ışıltılar ve hoş bir koku yayılmış odaya. Sonra gene dumanların arasından pul pul parıltılı kanatları, başında billûr tâcı, elinde sırça asâsı ile peri kıraliçesi görünmüş. Fakat bir tuhaflık varmış. Peri Kıraliçesi, masal kitaplarındaki ve çizgi filmlerdeki Peri Kıraliçelerine hiç benzemiyormuş. Onun da elleri ayakları tombul, saçları simsiyah kıvır kıvır, kaşları gür, dudaklarının üzerinde de aynı Perihan’ınki gibi tüyler varmış.

Perihan, “Sen de kimsin?” demiş şaşkınlık içinde.

Kıraliçe, “Peri Kıraliçesiyim ben.” diye fısıldamış büyülü sesiyle.

Perihan, “Ama sen çirkinsin!”

Kıraliçe gülmüş, “Çirkin mi? O da ne demek?” demiş yadırgayarak.

Perihan, “Yani işte… Anla… Güzel değilsin.”

Kıraliçe, “Güzel mi?.. Güzel de ne demek?..” demiş gene gülümseyerek.

Perihan, “Aynı zamanda kusura bakma ama safsın da galiba biraz.”

Kıraliçe, “Aaa evet! Ben saflıktan yapıldım. Bütün periler saflıktan yapılır.” demiş kulakları okşayan sıcak sesiyle.

Perihan, “Neyse!.. Tam anlatamadım ben zaten ya…” demiş kızgınlıkla.

Kıraliçe, “Anladım… O kadar da saf değilim merak etme. Senin düşlerini bozduğum için kusura bakma. Ama ben gerçekten Peri Kıraliçesiyim.” demiş. Ve Küçük kızın gözlerinin içine bakmış.

Perihan gözlerini kaçırmış, “Eğer gerçekten ama gerçekten öyleysen bir marifet göster de görelim bakalım. Mesela beni güzel yap mesela.” demiş.

Peri Kıraliçesi, sırça asâsını kaldırmış ve havaya bir çember çizmiş. Parıltılı bir çember oluşmuş. O çember gitmiş gitmiş Perihan’ın başına taç olmuş. Kıraliçe gene asâsıyla bir hareket yapmış. Yerde birden bire piyano tuşları oluşmuş. Kıraliçe sevecenlikle gülümseyerek Perihancığa, “Tuşlara dokun demiş.”


Perihan tuşlara dokunmuş. Sanki tuşlara her dokunuşunda büyülü sesler çıkmış. Her dokunuşta havada bir şeyler parıldamış. Perihan’ın aklı başından uçmuş gitmiş. Küçük kız içtenlikle tuşlara dokunmaya, bir yandan da belli belirsiz bir şarkı mırıldanmaya başlamış.

Duydum işte sesimi

Rengi değişti odanın

Rengi değişti çiçeğin

Hayatın tadı değişti

Amman amman ne lâflar! Ağzından çıkanlara kendi de inanamamış. Sesi de hakikaten öyle güzelmiş ki penceresinin pervazındaki kuşlar cıvıldamayı kesip onu dinlemeye başlamışlar. Yüzündeki kızgınlıktan eser kalmamış. Karamsar suratı aydınlanmış. Hafiften gülümsemiş. Gözleri ışımış. Kendinde çirkin bulduğu, beğenmediği ne varsa aynen eskisi gibiymiş fakat şöyle bir bakınca Perihan çok güzel görünüyormuş artık. E! sesinin ve tuşlardan çıkardığı ezginin güzelliğini de buna eklersek o artık az önceki kıza hiç ama hiç benzemiyormuş. Kendini şarkı söylemeye öyle kaptırmış ki ne kendini hatırlamış o ara, ne karşısındaki Peri Kıraliçesi’ni. Kıraliçe sessizce kaybolmuş. Küçük kız ise bütün bir gün durmadan şarkı söylemiş. Artık yüzü gülüyormuş. Tabi ki tek bir gün şarkı söylemek ona yetmemiş. N’apmış dersiniz? Bütün bir ömür şarkı söylemiş. Bir sürü hayranı olmuş. Konserler vermiş. Herkes onu çok beğenmiş, çok sevmiş.

Eee! Perihan erişmiş gerçekten de gerçek güzelliğe, biz çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düşmüş biri Perihan’ın, bir Peri Kıraliçesi’nin, biri de şarkı söyleyenlerin başına.


Cinlerin Masalı


Bir varmış bir yokmuş. Gökte yıldız, denizde balık bolmuş. Hava temiz, güneş sıcak, dünya güzel, karınlar tokmuş. Efendim günlerden bir gün akıl almaz bir şey olmuş.

Yıldız Parkı’nın koruluğunda eli yüzü kırmızı, saçları yeşil, gözleri sarı; burnu düğme, kulakları kepçe, dudakları sicim; dili reçel, yüreciği şeker bir cin yavrusu mahsur kalmış. Ama nasıl? Onu dün buraya, farkına varmadan, bir afacan getirmiş. Afacan ağaçlara gerili hamakta masal okurken uykuya dalmış. Eski masal kitabının sayfası öylece açık kalmış. Tam o sırada masaldaki Cincik merakla kitaptan dışarı uzatmış başını. Sonra dışarı fırlamış. Herhalde hep aynı masalın kahramanı olmaktan sıkılmışmış. O sırada çocuk uykudan uyanmış. Masal kitabını kapamış, çantasına atmış. Ve Cincik dışarda kalakalmış. Eee n’olacak? Afacan masal kahramanının dışarda olduğunun farkına varamadan ailesiyle çekip gitmiş. Cincik de dönememiş masalına tabi. Artık gerçek dünyada ve yalnız başınaymış. Masalda küçük çocukların ürktüğü bir kahramanken şimdi kendisi ürkmekteymiş. Ahh! Hava da kararıyormuş giderek.

Sıcak hava serinlemeye, yapraklar kıpırdamaya başlamış. Kıpırdayan ve de hışırdayan yapraklardan ürkmüş Cincik. Bir sincap atlamış yere. Bir meşe palamudunu kapıp koşarak tırmanmış ağaca. Daldan dala atlayarak uzaklaşmış. Dallar sallanıp durmuşlar ardından. Sincaptan ve sallanan dallardan ürkmüş küçük cin. Sonra derenin orda bir köpek ulumuş, yakında kediler miyavlamış, uzakta puhu kuşu “huuu hu!” diye ötmüş, topraktaki kuru yapraklar foşurdamış. Hepsinden tek tek ürkmüş. Şekerden yüreciği erimiş sanki. Ne bilsin yaprakların kıpırdaması, sincapların koşturması, köpeklerin uluması, kedilerin miyavlaması ve gerçek dünyadaki bir sürü hareket, bir sürü ses korkulacak şeyler değildir. Masalını özlemiş. Eski masal kitabınının saman sarısı sayfalarına, mürekkep kokulu satırlarına dönmek istemiş. Ne çare! Hüzünle oturmuş toprağa gözlerinden mavi yaşlar dökülmüş. Düğme burnunu çeke çeke ağlamış.

O da ne! Kendisine yaklaşan ayak sesleri işitmiş. Güçlükle kendini çalıların arasına atmış. Yaklaşan her neyse ay ışığında belli belirsiz görünüyormuş. Ama belli ki yaklaşan şey, Cincik’in iki üç katı kadarmış. “Amman amman!” Cincik iyice sinmiş. Koca karaltı yaklaşmış yaklaşmış, yaklaşmış. Ay ışığı karaltının yüzünü aydınlatmış. Bu şey Cincik’e benziyormuş. Gözleri onun gibi sarı, teni onun gibi kırmızı, saçları onun gibi yeşilmiş. Bu kadar olur yani. Her şeyi tıpatıp onun gibiymiş. Yalnız, ondan bayağı büyükmüş.

Karaltı konuşmuş, “Heyyy! Cincik n’aber?”

Cincik adıyla seslenen benzerini önce yadırgamış ama sonra dayanamayıp, “İyiyim. De… Ne vardı?.. Ne istiyosun benden?” demiş şeker yüreciği korkuyla çarparak.

Karaltı, “Korkma. Ben de eskiden küçük bir cindim. İnanmıycaksın belki ama. Ben de çoook uzun yıllar önce aynı masaldaydım. Yalnız, ben farklı bir kitaptaydım. Hatta benim masalımın harfleri bile farklıydı. Neyse! Sonuç olarak ben de aynı senin gibiydim. Ve aynı senin gibi merakla dışarı fırlamıştım.”

Cincik, “Benim dışarı fırladığımı gördün mü ki?”

Cin, “Tabi ki… Sanki geçmişim canlandı gözümde. Aynen ben de senin gibi önce başımı kitaptan dışarı çıkarmış sonra merakla dışarı fırlamıştım. Ve gerçek dünyada kalmıştım. Ben de aynı senin gibi çok korkmuştum. Uzun süre kendime gelememiştim. Ama aradan upuzun yıllar geçti. Bu dünya hakkında çok şey öğrendim. Bu dünyaya, eh işte, alıştım. İstersen benim yanıma yerleşebilirsin. Bildiğim her şeyi sana anlatırım.”

Cincik şaşırmış, “Sen nerde kalıyosun? Başka bir masalda mı?”

Cin, “Hayır. Ben sarayda kalıyorum.”

Cincik, “Saray ne?”

Cin, “Nasıl anlatsam?.. Eskiden padişahların yaşadığı yer. Ama artık padişah yok. İstediğim gibi yaşıyorum sarayda ben de. İnsanlar zaten farkıma bile varmıyolar.”

“İyi o zaman! Evet, insanlar.” demiş Cincik “Evet. Yanında kalırım. Gene de… Gene de her şeyden çok korkuyorum ben yaaa.”

“Dikkatli olmalısın! Fakat korkmamalısın!” diye yanıtlamış Cin, “Çünkü korkmak işe yaramaz bi şey.”

Küçük cin, büyük cinin ne demek istediğini anlamaya çalışmış.

Derken Cin birden, “Püfff!” diye ortadan yok olmuş. Cincik korkmuş yalnız kalınca. Bir süre yalnız kalmış. Cin, “Pofff!” diye belirmiş tekrardan, “Eeee? Korkma dememiş miydim sana? Unuttun mu?” demiş

Cincik, “Yani korkma diyince korkulmasa ne güzel tabi. Ama korkuyosun işte normal olaraktan.” demiş.

Sonra Cin tekrar kaybolmuş. Cincik tekrar korkmuş. Bir süre sonra Cin tekrar belirmiş. Cin böyle böyle oynamış Cincik’le. Gel zaman git zaman Cincik gerçek dünyaya alışmaya başlamış.

Ve aslında, biraz sonra ne olacağını bilmediği ve aklına nedense hep kötü şeyler getirdiği için korktuğunu anlamış. Cin, Cincik ile korulukta, dere yatağında, köşklerde, sarayda ve hatta Boğaziçi’nin sırtlarında “Püffff! Poffff!” oyunu oynamış sürekli. Bu oyunla Cincik korkusunu yenmiş ve büyümüş.

Aradan yüzlerce ve yüzlerce yıl geçmiş. İki Cin aynı boya gelmişler. İkiz gibi birbirlerine benzemişler. Hatta Cincik, Cin’e gözünden kaçan şeyleri anlatmış. Öğretmeninin öğretmeni olmuş sankim biraz.

Yıldız Parkı’nda gene öyle dolaşıyorlarmış Bir de ne görsünler. Bir afacan elinde eski bir masal kitabı, hamağa uzanmış masal okuyor. Bu masal meğersem iki cinin içinden çıktığı masal değilmiymiş. İkisi de heyecanla hamağın başına gitmişler. Masala bakmışlar. Gözleri satırları izlemiş. Heyecanlanmışlar. İkisinin de şeker yüreğinden masala dönmek geçmiş. Sicim dudakları iyice incelmiş. Ama ister cin ol ister insan her varlık alıştığı, korkusuz yaşadığı yeri sever. Değil mi? Hele de sağlam bir dostun varsa. Hayat iyice güzelleşir. Bu yüzden, evet, masala dönmemişler. Ve gerçek dünyada yaşamaya karar vermişler. Gerçek dünyada korkusuz ve mutlu yaşamaya devam etmişler.

Gökten üç elma düşmüş. Biri masal okurken uyuklayan afacanın, biri Cinlerin, biri de bu masalı şeker gibi bir yürekle anlayanın başına.


“Dedem Uçuyo!”


Bir varmış bir yokmuş. Balıklar suda, kuşlar havada, insanlar rüyalarında uçarlarmış. Rüyasında uçtuğunu görenler gördüklerine hiç şaşmaz kırk yıllık kuş gibi uçmaya devam ederlermiş. Uyanıncaya, rüya bitinceye kadar kadar da uçtuklarına inanırlarmış.

Neyse efendim. Mahallenin birinde kavgacı mı kavgacı bir çocuk yaşarmış. Adı Cenk’miş. Cenk kıpır kıpır, yerinde duramayan bir çocukmuş. Üstüne üstlük dediğim gibi kavgacıymış da. Kendini her gün kötülere karşı savaşan, başka bir çizgi film kahramanına benzetirmiş. Oynarken bâzen elinde plastik kılıcı, bâzen ışın tabancası bâzen de taramalı tüfeği olurmuş.

Arkadaşlarının üstüne “Savuluuuun! Ben iyiliğin gücüyüm!” diye bağırarak çullanırmış. Ahh deli çocuk! Zavallı arkadaşlarının pestilini çıkarırmış.

Cenk’in bir de dedesi varmış. Doğrusu tuhaf, esrarengiz bir adammış. Evin bir odası ona aitmiş. Oda, hem atölye hem bir tiyatro kulisi gibiymiş. Bir yanda tahta bir tezgah: Tezgahın üzerinde türlü türlü âlet edavat varmış. Bir yanda gömme bir dolap: İçinde çeşit çeşit kostüm, maske, aksesuarlar asılıymış...

Cenk odaya girip sağı solu karıştırmaktan, duvarlardaki resimlere bakmaktan çok mutlu olurmuş. Ama odadaki şeylerin ne işe yaradığını bir türlü anlayamazmış. Çok az konuşan ve hiç nasihat etmeyen dedesini çalışırken seyretmek ayrıca hoşuna gidermiş. Dedesi yaptığı işlere kendini öyle kaptırırmış ki âdeta başka biri olurmuş. Acaba Cenk de dedesine mi çekmişmiş? Ki kendini kötülere karşı savaşan bir kahraman gibi hissetmesi bu yüzden miymiş? Bilinmez!

Bir gün Cenk’in dedesi suskunluğunu bozmuş. Torununu yanına çağırmış. “Evlatcığım. Güzellerin en güzeli. Tatlıların en tatlısı.” demiş. “Seyrettiğin çizgi filmler seni yanıltıyor haberin olsun.”

Cenk, “Hiçbişey anlamadım bu laftan!” demiş.

Dedesi, “İnsan hep kötü, hep iyi olamaz a! Mesela sen iyilik diye arkadaşlarının üzerine çullanıyosun. Onlara zarar veriyosun. Söyle bakalım iyilik bunun neresinde? Ayrıca onların kötü olduğu nerden belli? Sen dedin diye kötü olmaz ki kimse.” diye esrarengiz bir havada devam etmiş konuşmaya. Cenk ağzı açık dinlemiş dedesini. Dedesinin anlattıklarından çok hâli tavrı merâkını gıdıklamış. O yüzden bir süre susmuş, konmuşmamış.

Dede devam etmiş, “Ayrıca biliyo musun evlatcığım! Gerçekten şapkadan tavşan çıkmadığı hâlde, şapkadan tavşan çıkarıyomuş gibi yapan sihirbaza inanır seyirciler. Neden? Sihirbaz çok iyi sihir yaptığı için mi? Hayır! Seyirciler inanmak istedikleri için inanırlar. Eğer sen de inanmak istersen sana tuhaf bi şey anlatıcam.” demiş.

Cenk inanmaya dünden razıymış zaten. “Anlat anlat hadi!” demiş.

Dede devam etmiş, “Biliyo musun? Ben uçuyorum.”

Cenk heyecanla dedesinin sırtına bakıp, “Gizli kanatların mı var?” diye sormuş.

Dede, “Kanata gerek yok. Sen eğer benim uçtuğuma inanırsan kanata gerek yok.”

Cenk, “İnanırım inanırım anlat sen!” demiş.

Dede, “Daha fazla anlatmıycam. Sen uçtuğumu görceksin zaten!” deyip konuşmayı sona erdirmiş. Torununun başını okşayıp yollamış.

O gece Cenk rüyasında dedesinin uçtuğunu görmüş. Sabahın alacasında uyanıp çişe gitmiş. Dönerken pencereden bakmış. “Amman Amman! O da ne!” Pelerini havalanmış ve sanki uçar gibi biri geçmiyor muymuş sokaktan? “Aman aman! ” Pelerinli adam başını kaldırıp bakmış! Bu geçen Cenk’in dedesinin ta kendisi değil miymiş meğer! Çocukcağız affalamış. “Dedem uçuyo!” demiş kekeleyerek. Sonra koşmuş dedesinin odasına. Fakat dedesi horul horul yatağında uyuyormuş. Peki o zaman sokakta uçar gibi yürüyen dedesi değilse kimmiş?

Cenk dayanamamış, yaşlı adamı uyandırmış. Olanları anlatmış. Esrarengiz adam ise bunun bir oyun, sihir oyunu olduğunu ve inanmaya hazır olduğu için gördüklerini gerçek sandığını anlatmış gizemli bir havada.

“Peki o zaman aşağıda uçar gibi yürüyen sen miydin?”

“Evet bendim!” demiş dedesi.

“Ama nasıl olur! İçerde uyuyordun sen bi kere.” demiş Cenk.

“Hayır. Uyuma numarası yapıyodum.”

“Peki sokaktan nasıl koştun geldin yatağa hemen?”

“O da işin sırrı zaten!” demiş dede gülümseyerek. “Ayrıca yere bak. Ne görüyosun?” diye eklemiş.

“Yeeeer. Yer görüyorum.” demiş Cenk.

“Peki yer değil de bulutlar olduğunu düşünsen ayaklarının altında?”

“Düşünürüm ne var ki.” demiş Cenk.

Dede, “Yürü bakalım bulutların üstünde o zaman.” demiş.

Cenk de yürümeye başlamış hayâli bulutların üstünde.

Dede, “Ayaklarının altında nasıl bir his var?” diye sormuş

Cenk, “Yumuşacık, pamuk gibi. Sanki pamukların üstünde yürüyorum.” demiş.

Dede, “Evlatcağızım. Uçuyosun sen. Bayaa bayaa uçuyosun işte.” demiş

Cenk kahkahalar atarak dedesinin üstüne atlamış.

Dede, “Gördün mü Cenkcik, sen inanırsan kötüler olur, iyiler olur. Sen inanırsan deden uçar. Çok inanırsan sen de uçarsın.” demiş. Ve eskiden nasıl ünlü bir sihirbaz olduğunu, yaptığı numaraları anlatmış tek tek. Ufaklık tatlı tatlı sihirbazlıktan emekli dedesini dinlerken uykuya dalmış.

O günden sonra Cenk biraz değişmiş. Artık arkadaşlarının üstüne çullanmıyormuş. Ama onları şaşırtmak için yeni yeni numaralar öğrenmeye başlamış. Dedesinin çırağı olmuş.

Büyümüş çok ünlü bir sihirbaz olmuş. Ve herkese dedesinin anlattıklarını anlatmış durmadan.

Gökten üç elma düşmüş. Üçü de bulutların üstünde yürüyebilen çocukların başına.


Ağaç Ev


Bir varmış bir yokmuş. Korulu Park Mahallesi’nde Defne diye yaramaz bir kız çocuğu varmış.

Defne, her zaman okul dönüşlerinde evlerinin karşısındaki parkta oynarmış. En sevdiği oyun ağaca tırmanma oyunuymuş. Üstelik tırmanmakta pek marifetliymiş. Hem çok hızlıymış hem de çok yükseğe tırmanabiliyormuş. Çok eğleniyormuş tırmanırken. Bâzen dizi ağaçların kabuğuna sürtüp yaralanıyor, bâzen parmakları soyuluyormuş ama o farkına varmıyormuş bile.

Park bekçileri yakaladıklarında, “Ağaca tırmanmak yasak! Bilmiyo musun?” diye kızıyorlarmış.

Ama o kimseye aldırmıyormuş. Kendini oyuna öyle kaptırıyormuş ki her şeyi unutuyormuş. Ayrıca saklanmak için mükemmel bir yermiş ağaçların dalları. Bir kere sık dalların arasında kayboldu mu Defne’yi bulmaları çok zor hatta bâzen imkansız oluyormuş. Saklambaç oyunlarında hiçbir zaman bulunamayan bir çocuk varsa o da Defne’nin ta kendisiymiş. Bazı çocuklarsa onu çok kıskanırlarmış. O sincap gibi ağaç tepelerinde dolaşırken kendileri daha ağacın birinci dalına bile yetişemezlermiş. Ayrıca da Defne sanki ağaca tırmanamayan çocukları birazcık küçük görür gibiymiş.

Eee? Zamanla Defne’nin arkadaşları azalmış. Kimse onunla saklambaç ya da ağaca tırmanma oyunu oynamak istemiyormuş artık. Ayrıca yeteneklerini kıskananlar da Defne’yle yanyana gelmek dahi istemiyorlarmış. Onun yanında kendilerini güçsüz, küçük hissediyorlarmış çünkü. Defne’yse arkadaşlarının niye kendisiyle oynamak istemediğini anlayamamış önceleri. Kimseye aldırmadan ağaç tepelerinde yalnız başına gününü gün etmiş. Etmiş etmesine de nereye kadar? Arkadaşsız da hiçbir şeyin keyfi yokmuş ki! Bir gün gelmiş “dank!” etmiş.

“Ben ne yapıyorum böyle? Arkadaşlarımı küçük görüyorum hep. Bizim mahallede benim gibi ağaca tırmanan yoksa bu onların suçu mu?” diyerek ağaç tepelerinde dolaşmayı bırakıp arkadaşlarına katılmaya karar vermiş.

Arkadaşları temiz yürekleriyle Defneciği hemen aralarına kabul etmişler. Fakat bu sefer de Defnecik ağaç tepelerini özler olmuş. Ağaçlarla arkadaşları arasında bocalamaya başlamış.

Defne bocalaya dursun, bir gün parkın koruluğunda kendisi gibi hareketli olmayan ama gözlerinin içinde kıvılcımlar çakan bir oğlan çocuğuyla tanışmış. Oğlanın adı Nar’mış.

Nar, hiç konuyu dolaştırmadan, “Ben senin derdini biliyorum.” demiş.

Defne, “Nerden biliyosun ki?” demiş.

Nar, “Bırak onu… Bak şurda ne var?... Bir de şuraya bak ne var?…”

Defne bakmış. Bir merdiven ile bir sürü tahta görmüş.

“Eee?” demiş.

“Ağaç Ev için bunlar…” demiş Nar.

“Güldürme beni. Filimde miyiz? Burda izinsiz ağaçlara tırmanmak bile zor. Bi de Ağaç Ev’e mi izin vercekler? Çok komiksin yani bence!” demiş ve gülerek uzaklaşmış.

Ertesi gün okul çıkışı koşarak parka geldiğinde ne görsün. Gerçekten de Ağaç Ev yapılmış bitmiş bile. Ağaç Ev’in verandasında çocukların bazıları oyun oynamaya başlamışlar bile çoktan. Defne gözlerine inanamamış. Bu sefer kıskanma sırası ondaymış. Ağacın üzerinde bir ev, hayatta en çok isteyeceği şeymiş. Hem istemeyerek hem de çok isteyerek yaklaşmış. Ağaç Ev’in penceresinden küçük bir baş uzanmış. Bu Nar’mış.

“Gelsene yukarı.” demiş Defne’ye.

Defne ağacın gövdesine bağlanmış merdiveni fark etmiş. İlk defa bir ağaca merdivenle tırmanmış. Tam kapıdan girerken bir yazı fark etmiş: Korulu Park Mahalle Birliği’nin oy birliğiyle bu ev çocuklara armağan edilmiştir. diye yazıyormuş.

Defne başını çevirip aşağı bakmış. O da ne! Kendisini ağaçlara tırmandığı için azarlayan park bekçisi değil mi? Ta kendisi! Bu sefer gülümsüyormuş. Küçük kız içeri girmiş gene şaşkınlık içinde. Nar ona limonata ikram etmiş.

Defne, “Nasıl oldu bu! Rüya gibi sanki.” demiş.

Nar, “Bir yıldır seni gözlüyorum. Senin yalnız kalmana, arkadaşlarının senden uzak olmasına çok üzüldüm. Bir yıldır da imza topluyordum Ağaç Ev için.”

Defne, “Sen? İmza topluyorsun? Hiçbir şey anlamıyorum hakkaten.” demiş

Nar, “Sonunda herkesi ikna ettim. Ve bu evi yapmaya karar verdiler.” diyerek yayılmış yere.

Defne bu tuhaf çocuktan etkilenmiş sanki, “İkna? Karar? Sen nasıl bi akıllı bıdıksın? Hiç ama hiç bi şey anlamıyorum.” demiş.

Nar, “Anlamıycak ne var! Sadece hayâl ettim. Hayâl edince her şey olur.”

Defne'nin yanakları pembeleşmiş, “Her şey mi?”

Nar, “Evet! Her şey. Ama çoook güçlü çoook kocaman hayâl etmelisin. O kadar güçlü hayâl etmelisin ki başkaları seninle aynı hayâli görsün sanki.”

Defne gözlerini yummuş. Kendini sıkmaya başlamış.

Nar, “Ne yapıyorsun?” demiş.

Defne, “Sus yaa! Hayâl ediyorum!” demiş. Ve kendini sıkmaya devam etmiş. Yüzü kıpkırmızı olmuş. Şakalarından damarlar fırtlamış.

Nar dayanamayıp Defne’yi yanağından öpmüş.

Defne kızmış, “Niye öptün beni bi kere!” demiş.

Nar, “Seni öptüğümü hayâl etmedin mi?” demiş muzipçe.

Defne utanarak başını önüne eğmiş. Sonra kıkır kıkır gülmeye başlamış. Nar’da gülmüş onunla. Kapıdan bakan öbür çocuklar da gülmüşler.

Uzaktan bakınca Ağaç Ev, Kahkaha Ev gibi olmuş.

Gökten üç elma düşmüş biri Nar ile Defne’nin, biri sizin, biri de Mahalle Birliği’nin başına.