Şaşırtıcı Bir Çocuk


Bir varmış bir yokmuş, bir yarıymış bir boşmuş, bir yanıtmış bir soruymuş, bir ağaçmış bir koruymuş, bir saçakmış bir olukmuş, bir alçacıkmış bir dorukmuş… Şehirler içinde bir şehirde, evler içinde bir evde herkesi şaşırtmayı seven ismi gibi akıllı ve kıvrak, Rüzgâr adlı bir çocuk yaşarmış…

Rüzgâr, bütün çocuklar gibi içten bir çocukmuş. Fakat ailesiyle ufak tefek sorunlar yaşıyormuş. Tabi bizim için ufak tefek sorunlar onun için kocaman sorunlarmış… Neymiş o sorunlar? Meselâ Rüzgâr ne söylese annesi babası, “Yok o öyle değil böyle!”, “Sen sus! Bilmiyosun sen!”, “Yeter çok ısrar etme!” gibi Rüzgâr’ı derinden yaralayan yanıtlar veriyorlarmış. Bu lâflar çocukcağızı, açıkça söyleyemese de bayağı kızdırıyormuş. Bir iki kez ağlamış, bağırmış hatta küfür bile etmiş ve tabi hemen karanlık odayı boylamış. Off! Karanlık oda da sevimli bir yer değilmiş hani. Salonda oyuncaklarla oynamak varken karanlık odayı kim ister? Üstelik korkutucu da! Fakat kendini durduramıyormuş işte. Aklına bir şey geldi mi soruyor; yemekte ağzını şapırdatıyor; garip, tuhaf bulduğu bir şey hakkında, “pattadanak!” izin almadan konuşuyor; sabahları bir türlü uyanmak istemiyor; büyüklerin dünyasında yakaladığı en ufak yanlışı hiç düşünmeden yüze vuruyormuş. Anne babası da sabırlı insanlar değillermiş sanki biraz. Yahut belki de başka türlü nasıl davranılacağını bilmiyorlarmış. Gündüz baba işe gider, anne ev işleriyle uğraşırmış. Akşam olunca da dizi seyredip, çekirdek çıtlatıp, çay içerlermiş hep. Yani sıkıcı bir hayatmış onlarınki de. Fakat bâzen misafirler gelirlermiş. İşte o zaman işte ah! o zamman, düzen değişirmiş. Rüzgâr bunu fırsat bilir coşarmış. Tabi misafirler de ne kadar oturacaklar? Gelenler gidince gene kalırmış lâftan anlamaz anne babasıyla başbaşa… Uğraş dur!..

Offf! Zaman zaten çok yavaş ilerliyormuş. Büyümek için çok uzun günler, aylar ve çook uzun yıllar geçmesi gerekiyormuş. Kısaca bu hayat onun için çok sıkıcıymış. Rüzgâr düşünmüş taşınmış, kurmuş kurgulamış ve bir gün lâftan anlamaz anne babasına hadlerini bildirmeye karar vermiş… Amanın!.. Ne yapacak acaba?...

İşe akşam yemeğinde başlamış. Anne babasıyla sofraya oturmuşlar. İnanılmaz! Tam anne babasının istediği gibi yemeğini yemeğe koyulmuş: Ağzını şapırdatmadan, çatalı kaşığı tabağa vurmadan, kocaman lokmaları ağzına tıkıp sonra gerisin geri kusmadan; annesinden hatta babasından daha kibar bir şekilde yemekteymiş. Bu durumu yadırgamış anne babası. Haylaz çocuklarının birdenbire böyle efendi ve böyle uslu oluşuna şaşırmışlar. Rüzgâr, bununla yetinmemiş tabi. Anne babasını daha çok şaşırtacak bir şaşırtısı daha varmış. Her şey tam da büyüklerin istediği gibi giderken Rüzgâr âniden donmuş. Gözlerini pörtletmiş. Sabit bir noktaya bakmaya başlamış. Anne babası seslenmişler, “N’apıyosun yavrum. Delirdin mi?” demişler. Fakat o karşılık vermemiş. Pörtlek gözleriyle heykel gibi durmaya devam etmiş. Bunun üzerine çocuğu dürtmüşler, sallamışlar fakat o gene karşılık vermemiş. Büyükler telaşlanmışlar. Yüzlerini al basmış. Yürekleri ağızlarına gelmiş. Hınzır şey, birden sanki hiçbir şey olmamış gibi eskiye dönmüş ve yemeğe devam etmiş. Annesi çekinerek hem de sesi titreyerek, “Az önce ne yaptın sen bakıyım? Bizi çok korkuttun yavrum!” demiş. Rüzgâr istifini bozmadan yemeğe devam etmiş. Tek bir cümle bile sarfetmeye gerek duymamış. Sadece annesine, “Suyu uzatır mısınız lütfen annecim?” demiş. Babasının ağzı bir karış açık kalmış.

Yemekten sonra çay içilmiş. Televizyon açılmış. Rüzgâr’ın anne babası her zamanki gibi çekirdek çıtlatmaya başlamışlar. Rüzgâr da onlara katılmış. Bu akşam yaramazlık yapmak yerine anne babasıyla dizi seyretmek ister gibiymiş. Anne baba gene çok şaşırmışlar. Birbirlerine bakmış, kaş göz oynatmışlar şaşkın şaşkın. Bir yandan da “Sofradaki gibi bir hınzırlık yapacak mı acaba?” diye merakla beklemişler. Ne ki beklentileri boşa çıkmış. Rüzgâr kendinden hiç beklenmeyen şekilde, gayet sıradan tavırlarla diziyi seyretmiş, çekirdek çıtlatmış.

Uyku vakti gelmiş. Yatmışlar. Fakat anne baba, yemekte olup bitenleri bir türlü unutamamış. Özellikle anne, uyanıp uyanıp çocuğuna bakmış. Galiba Rüzgâr’ın gene kendisini şaşırtacağını düşünüyormuş. Baba da her yataktan kalkışında anneyi izliyor anne yatağa dönünce, “Nedir durum?” diye soruyormuş. Anne de “Yok bi şey.” anlamında kollarını iki yana açıyor, şaşkın karı koca tekrardan uyumaya çalışıyorlarmış. Böyle böyle, uyu uyan, yat kalk, dön dolan, sabahı sabah etmişler. İkisinin de pestili çıkmış. Ancak gün doğarken uykuya dalabilmişler.

Rüzgâr ikinci şaşırtısını sabah yapmış. Her sabah uyanmakta zorlanan çocuk, kalkma saatinden bir saat önce uyanmış. Annesi gözlerini aralayacak olmuş, “O da ne!” hiç alışık olmadığı bir görüntüyle karşılaşmış. Rüzgâr elini yüzünü yıkamış, saçlarını taramış, okul kıyafetlerini kendi başına giymiş bir hâlde tepesinde dikili duruyormuş. Anne, sevinçten mi şaşkınlıktan mı bilinmez çığlık atacak olmuş. Kendini zor zaptetmiş. Dirseğiyle dürtmüş kocasını. Yorgun baba önce uyanmak istememiş. Anne tekrar dürtmüş. Sonunda güçlükle uyanmış baba ve Rüzgâr’ı öyle dipdiri, herkesten önce uyanmış ve okula gitmeye hazır bir hâlde görünce küçük dilini yutacak olmuş. Anlayacağınız, Rüzgâr yapmış yapacağını. Anne babası şaşkınlık içindeyken basmış kahkahayı, “kah kah kah!” gülmüş. Sokak kapısından çıkıncaya kadar hiç durmadan gülmüş.

Günler geçip durmuş. Rüzgâr ise anne babasını şaşırtacak yeni olaylar icat etmeye devam etmiş. Böylece hayat daha bir çekilir ve eğlenceli olmaya başlamış. Sadece anne babasını mı öğretmenleri, komşuları, arkadaşlarını da şaşırtmış hınzır. Hem de hiç kimseye zarar vermeden, kimseyi çok korkutmadan. Bâzen inanılmaz güzellikte şarkılar söyleyerek, bâzen perende atarak, bâzen dokunaklı şiirler okuyarak, bâzen tuhaf bir resim çizerek, bâzen de kendisine “Sen bilmezsin!”, “Sus bakayım!” dendiğinde kahkaha atarak geri çekilmeyi bilerek herkesi şaşırtmış. Önceleri onu konuşturmayan, aralarına almayan büyükler artık onu daha sık görmek istiyorlarmış. Çünkü, şimdi bu çocuk ne yapacak? Acaba bizi nasıl şaşırtacak? Diye merak ediyorlarmış. Bâzen Rüzgâr, büyükleri şaşırtmayarak dahi şaşırtmayı başarıyormuş. Ee tabi! Herkese daha sevimli görünüyormuş artık. Sadece varlığı, orda veya burda oluşu bile büyükler için bir anlam taşımaya başlamış. Hâl böyle olunca küçük çocuk artık büyümeyi istemekten vazgeçmiş. Hep ama hep çocuk kalmak ve daima büyükleri şaşırtmak istemiş.

Ve sonunda, gökten üç elma düşmüş. Biri tabi ki Rüzgâr’ın, ikincisi anne babaların, üçüncüsü de şaşırabilen ve şaşırtabilenlerin başına.


0 yaratı: