Sorulu Masal

Bir varmış bir yokmuş, bir eğri bir doğruymuş; bir eksikmiş bir tamammış, bir düzmüş bir yanmış; bazı masallar birbirine benzer bazıları bambaşkaymış.

Ziya, Nur ve Güneş adlı üç güzel, üç şeker çocuk, arnavut kaldırımlı sokakların birindeki üç katlı bir apartmanda yaşarlarmış. Üçünün de tepesinde göze görünmeyen üç küçük peri uçuşup dururmuş.

Ziya apartmanın en üst katında terzilik eden halasıyla birlikte otururmuş. Başına buyrukmuş. Odasına, oyuncaklarına, defterine, kalemine düşkünmüş. Sokağa çıkmayı sevmez genellikle evde, tek başına oynarmış. Ona odasındaki oyunlarında Cesaret Perisi eşlik edermiş.

Nur ise apartmanın giriş katında tur rehberliği yapan anne babasıyla beraber otururmuş. İnsan canlısı bir çocukmuş. Annesi babası gibi gezmeye, sokakta oynamaya, okuldaki sosyal etkinliklere katılmaya pek meraklıymış. Evde çok uzun süre duramaz her zaman dışarı çıkacak bir bahane bulurmuş. Ona her yerde Tevazu Perisi eşlik edermiş.

Güneş ise orta katta öğretmen annesi babası, marangoz dayısı manikürcü yengesi, kitapçı halası özel pilotluk yapan eniştesiyle birlikte otururmuş. Kendine ait bir odası yokmuş. Fakat dayısı ona oturma odasında paravanla bir bölme yapmış. O bölmede bir çalışma masası varmış. Bölmesinde oynar, okur, yazar isterse bir adımda dışarı çıkıp kalabalık ailesine katılırmış. Aslında bölmenin arkasındayken bile herkesle berabermiş. Hem başına buyruk hem de insan canlısıymış. Güneşe de gene varlığından haberdar olmadığı Uyum Perisi eşlik edermiş her zaman.

Güneş, her gün alt ve üst katlarında oturan iki çocuğun da kapısını çalar, ikisini de sokağa, oynamaya çağırırmış. Nur hemen dışarı fırlar, Güneş genellikle dışarı çıkmaz çıkarsa da sokakta fazla kalmazmış. Güneş ise Nur’la sokakta oynamayı sevdiği kadar Ziya’yla evde oynamayı da severmiş. Üç çocuk bir araya geldiğinde tepelerindeki periler de bir araya gelir, fırsat bu fırsat diyerek bol bol çene çalarlarmış.

Bu üç güzel çocuk uykuya daldıklarında periler gene çatı katında çıkarlar; orada istirahat eder; sabaha kadar gene çene çalarlarmış. Çok gevezeymişler yani. En çok çocuklar üzerindeki etkilerini konuşur; yaptıklarından gurur duyar; sihirli güçleriyle övünürlermiş. Bir gün Uyum Perisi, ortaya bir lâf atmış. Cesaret Perisi ile Tevazu Perisi’ne çocukları bir günlüğüne değiş tokuş etmeyi önermiş. İki peri bu fikri pek parlak bulmuşlar. Çocukları değiş tokuş etmişler. Nur’unki Cesaret Perisi, Ziya’nınki Tevazu Perisi olmuş. Böylece periler güçlerini bir kez daha sınama fırsatı bulacaklar ve bir kez daha kendileriyle gurur duyacaklarmış. Öyle de olmuş.

Ertesi sabah Ziya uykudan uyandığında bir tuhaflık hissetmiş: İçinden fırlayıp sokağa çıkmak, akşama kadar çocuklarla oynamak, kendi başına gezmelere gitmek geçmiş. İçi kıpır kıpırmış! Cesaret Perisi’nin yerine Tevazu Perisi’nin geçtiğini nerden bilsin yavrucak. Halası yeğenindeki değişimi şaşkınlıkla izlemiş.

Aynı şekilde Nur’da uyandığında bir tuhaflık hissetmiş. İçinden dışarı çıkmak gelmemiş. Aklına garip garip düşünceler üşüşmüş. Düşüncelere öyle kaptırmış ki kendini yatakta gözleri tavana dikili, öylece bir koca saat kalmış. Kahvaltıdan sonra da durgunlaşmış. Yavaş yavbaş odasına gitmiş. Hayâl ettiği şeyleri heyecanla yazmaya başlamış. Annesi babası ondaki değişimi şaşkınlıkla izlemişler.

Güneş ise her zamanki gibi arkadaşlarını oynamak için çağırmaya gitmiş. Vay vay ne görsün! Ziya hemen fırlamış dışarı. Vee Nur ise bahaneler uydurmuş çıkmamak için. Gene de zar zor çıkmış. Güneş de iki arkadaşının böyle âniden değişmesine çok şaşırmış. Hiç kimse olan bitenlere bir anlam verememiş.

Perilerse olayları kahkahalar atarak seyrediyorlarmış. Çocukların üzerindeki etkilerinin büyüklüğüyle gurur duymuşlar.

Fakat zaman ilerledikçe görmüşler ki işler istedikleri gibi gitmiyor. Mesela Tevazu Perisi Ziya üzerinde daha fazla etkili olamamış.

Misket oynarlarken Ziya birden, “Üfff! Ben sıkıldım. Artık eve dönmek istiyorum. Aklıma bir şey geldi valla bak!” deyivermiş. Bu lâf üzerine Güneş üçüncü kez şaşırmış.

Aynı şekilde Cesaret Perisi de Nur üzerindeki etkisini kaybetmiş.

Nur âniden durup, “Üç kişi zaten azız. Şimdi Ziya da gidince iyice azalıcaz. Hadi Güneş! Bi koşu yan mahalledeki Selimleri, Ayşegülleri, Cansuları, Cengizleri, Didemleri, Tansuları da çağıralım ki oyunun tadı çıksın.” demiş. Bu lâf Güneşi dördüncü kez ters köşeye yatırıp, şaşırtmış.

Asıl şaşıranlarsa Cesaret ile Tevazu Perileriymiş. Acaba çocuklar üzerindeki güçlerini mi yitiriyorlarmış? Çocuklara etki edemedikleri için gururları mı incinmiş biraz? Biraz da kendilerini işe yaramaz mı hissetmişler acaba?

Uyum Perisi iki perinin hâline gülmeye başlamış. İki incinmiş peri “N’oldu yaaa!?” der gibi önce birbirlerine sonra Uyum Perisine bakmışlar.

Uyum Perisi daha fazla kendini tutamamış ve “Cesaret Perisi! Ziya’nın içine kapanık oluşunda başrolü oynadığına inanıyordun ama bugün yanıldığını görmüş oldun. Çünkü Ziya kendiliğinden içine kapanık bir çocuk. Tevazu Perisi sen de Nur’un insan canlısı oluşunda başrolü oynadığına inanıyordun ama sen de bugün yanıldığını görmüş oldun. Anlaşılıyor ki Nur da kendiliğinden insan canlısı bir çocuk. Olan biteni kendi gözlerinizle gördünüz.”

İki Peri bir ağızdan sormuşlar, “Ya Güneş? Güneş de kendiliğinden mi uyumlu bir çocuk?”

Uyum Perisi, “Evet! Öyle!”

Periler, “Yani bizim bir etkimiz yok mu çocukların üzerinde?”

Uyum Perisi yanıtlamış, “Var da öyle fazla değil!”

“ O zaman…” diye mırıldanmış iki üzgün peri, “…bu masalda niye varız? Burada niye varız biz? ”

Uyum Perisi kalakalmış. Verecek cevap bulamamış. Kanatlarını çırpmadan havada asılı kalmış…

Mâdem öyle… Mâdem Uyum Perisi verecek cevap bulamamış, masalcıya da cevap vermek düşmez… İyisi mi bu masal soru işaretiyle biten ilk belki de tek masalımız olsun. Evet. Öyle olsun.

Varsın gökten üç elma düşmesin bu sefer. Ve soralım yeniden, “Sahi bu masalda periler niye varlar?”

Şaşırtıcı Bir Çocuk


Bir varmış bir yokmuş, bir yarıymış bir boşmuş, bir yanıtmış bir soruymuş, bir ağaçmış bir koruymuş, bir saçakmış bir olukmuş, bir alçacıkmış bir dorukmuş… Şehirler içinde bir şehirde, evler içinde bir evde herkesi şaşırtmayı seven ismi gibi akıllı ve kıvrak, Rüzgâr adlı bir çocuk yaşarmış…

Rüzgâr, bütün çocuklar gibi içten bir çocukmuş. Fakat ailesiyle ufak tefek sorunlar yaşıyormuş. Tabi bizim için ufak tefek sorunlar onun için kocaman sorunlarmış… Neymiş o sorunlar? Meselâ Rüzgâr ne söylese annesi babası, “Yok o öyle değil böyle!”, “Sen sus! Bilmiyosun sen!”, “Yeter çok ısrar etme!” gibi Rüzgâr’ı derinden yaralayan yanıtlar veriyorlarmış. Bu lâflar çocukcağızı, açıkça söyleyemese de bayağı kızdırıyormuş. Bir iki kez ağlamış, bağırmış hatta küfür bile etmiş ve tabi hemen karanlık odayı boylamış. Off! Karanlık oda da sevimli bir yer değilmiş hani. Salonda oyuncaklarla oynamak varken karanlık odayı kim ister? Üstelik korkutucu da! Fakat kendini durduramıyormuş işte. Aklına bir şey geldi mi soruyor; yemekte ağzını şapırdatıyor; garip, tuhaf bulduğu bir şey hakkında, “pattadanak!” izin almadan konuşuyor; sabahları bir türlü uyanmak istemiyor; büyüklerin dünyasında yakaladığı en ufak yanlışı hiç düşünmeden yüze vuruyormuş. Anne babası da sabırlı insanlar değillermiş sanki biraz. Yahut belki de başka türlü nasıl davranılacağını bilmiyorlarmış. Gündüz baba işe gider, anne ev işleriyle uğraşırmış. Akşam olunca da dizi seyredip, çekirdek çıtlatıp, çay içerlermiş hep. Yani sıkıcı bir hayatmış onlarınki de. Fakat bâzen misafirler gelirlermiş. İşte o zaman işte ah! o zamman, düzen değişirmiş. Rüzgâr bunu fırsat bilir coşarmış. Tabi misafirler de ne kadar oturacaklar? Gelenler gidince gene kalırmış lâftan anlamaz anne babasıyla başbaşa… Uğraş dur!..

Offf! Zaman zaten çok yavaş ilerliyormuş. Büyümek için çok uzun günler, aylar ve çook uzun yıllar geçmesi gerekiyormuş. Kısaca bu hayat onun için çok sıkıcıymış. Rüzgâr düşünmüş taşınmış, kurmuş kurgulamış ve bir gün lâftan anlamaz anne babasına hadlerini bildirmeye karar vermiş… Amanın!.. Ne yapacak acaba?...

İşe akşam yemeğinde başlamış. Anne babasıyla sofraya oturmuşlar. İnanılmaz! Tam anne babasının istediği gibi yemeğini yemeğe koyulmuş: Ağzını şapırdatmadan, çatalı kaşığı tabağa vurmadan, kocaman lokmaları ağzına tıkıp sonra gerisin geri kusmadan; annesinden hatta babasından daha kibar bir şekilde yemekteymiş. Bu durumu yadırgamış anne babası. Haylaz çocuklarının birdenbire böyle efendi ve böyle uslu oluşuna şaşırmışlar. Rüzgâr, bununla yetinmemiş tabi. Anne babasını daha çok şaşırtacak bir şaşırtısı daha varmış. Her şey tam da büyüklerin istediği gibi giderken Rüzgâr âniden donmuş. Gözlerini pörtletmiş. Sabit bir noktaya bakmaya başlamış. Anne babası seslenmişler, “N’apıyosun yavrum. Delirdin mi?” demişler. Fakat o karşılık vermemiş. Pörtlek gözleriyle heykel gibi durmaya devam etmiş. Bunun üzerine çocuğu dürtmüşler, sallamışlar fakat o gene karşılık vermemiş. Büyükler telaşlanmışlar. Yüzlerini al basmış. Yürekleri ağızlarına gelmiş. Hınzır şey, birden sanki hiçbir şey olmamış gibi eskiye dönmüş ve yemeğe devam etmiş. Annesi çekinerek hem de sesi titreyerek, “Az önce ne yaptın sen bakıyım? Bizi çok korkuttun yavrum!” demiş. Rüzgâr istifini bozmadan yemeğe devam etmiş. Tek bir cümle bile sarfetmeye gerek duymamış. Sadece annesine, “Suyu uzatır mısınız lütfen annecim?” demiş. Babasının ağzı bir karış açık kalmış.

Yemekten sonra çay içilmiş. Televizyon açılmış. Rüzgâr’ın anne babası her zamanki gibi çekirdek çıtlatmaya başlamışlar. Rüzgâr da onlara katılmış. Bu akşam yaramazlık yapmak yerine anne babasıyla dizi seyretmek ister gibiymiş. Anne baba gene çok şaşırmışlar. Birbirlerine bakmış, kaş göz oynatmışlar şaşkın şaşkın. Bir yandan da “Sofradaki gibi bir hınzırlık yapacak mı acaba?” diye merakla beklemişler. Ne ki beklentileri boşa çıkmış. Rüzgâr kendinden hiç beklenmeyen şekilde, gayet sıradan tavırlarla diziyi seyretmiş, çekirdek çıtlatmış.

Uyku vakti gelmiş. Yatmışlar. Fakat anne baba, yemekte olup bitenleri bir türlü unutamamış. Özellikle anne, uyanıp uyanıp çocuğuna bakmış. Galiba Rüzgâr’ın gene kendisini şaşırtacağını düşünüyormuş. Baba da her yataktan kalkışında anneyi izliyor anne yatağa dönünce, “Nedir durum?” diye soruyormuş. Anne de “Yok bi şey.” anlamında kollarını iki yana açıyor, şaşkın karı koca tekrardan uyumaya çalışıyorlarmış. Böyle böyle, uyu uyan, yat kalk, dön dolan, sabahı sabah etmişler. İkisinin de pestili çıkmış. Ancak gün doğarken uykuya dalabilmişler.

Rüzgâr ikinci şaşırtısını sabah yapmış. Her sabah uyanmakta zorlanan çocuk, kalkma saatinden bir saat önce uyanmış. Annesi gözlerini aralayacak olmuş, “O da ne!” hiç alışık olmadığı bir görüntüyle karşılaşmış. Rüzgâr elini yüzünü yıkamış, saçlarını taramış, okul kıyafetlerini kendi başına giymiş bir hâlde tepesinde dikili duruyormuş. Anne, sevinçten mi şaşkınlıktan mı bilinmez çığlık atacak olmuş. Kendini zor zaptetmiş. Dirseğiyle dürtmüş kocasını. Yorgun baba önce uyanmak istememiş. Anne tekrar dürtmüş. Sonunda güçlükle uyanmış baba ve Rüzgâr’ı öyle dipdiri, herkesten önce uyanmış ve okula gitmeye hazır bir hâlde görünce küçük dilini yutacak olmuş. Anlayacağınız, Rüzgâr yapmış yapacağını. Anne babası şaşkınlık içindeyken basmış kahkahayı, “kah kah kah!” gülmüş. Sokak kapısından çıkıncaya kadar hiç durmadan gülmüş.

Günler geçip durmuş. Rüzgâr ise anne babasını şaşırtacak yeni olaylar icat etmeye devam etmiş. Böylece hayat daha bir çekilir ve eğlenceli olmaya başlamış. Sadece anne babasını mı öğretmenleri, komşuları, arkadaşlarını da şaşırtmış hınzır. Hem de hiç kimseye zarar vermeden, kimseyi çok korkutmadan. Bâzen inanılmaz güzellikte şarkılar söyleyerek, bâzen perende atarak, bâzen dokunaklı şiirler okuyarak, bâzen tuhaf bir resim çizerek, bâzen de kendisine “Sen bilmezsin!”, “Sus bakayım!” dendiğinde kahkaha atarak geri çekilmeyi bilerek herkesi şaşırtmış. Önceleri onu konuşturmayan, aralarına almayan büyükler artık onu daha sık görmek istiyorlarmış. Çünkü, şimdi bu çocuk ne yapacak? Acaba bizi nasıl şaşırtacak? Diye merak ediyorlarmış. Bâzen Rüzgâr, büyükleri şaşırtmayarak dahi şaşırtmayı başarıyormuş. Ee tabi! Herkese daha sevimli görünüyormuş artık. Sadece varlığı, orda veya burda oluşu bile büyükler için bir anlam taşımaya başlamış. Hâl böyle olunca küçük çocuk artık büyümeyi istemekten vazgeçmiş. Hep ama hep çocuk kalmak ve daima büyükleri şaşırtmak istemiş.

Ve sonunda, gökten üç elma düşmüş. Biri tabi ki Rüzgâr’ın, ikincisi anne babaların, üçüncüsü de şaşırabilen ve şaşırtabilenlerin başına.


Kargalar, Kedi, İğde Ağacı ve Ötekiler

Bir varmış bir yokmuş; varmış çünkü yokmuş, yokmuş çünkü varmış; bu dünya meraklılara darmış çünkü kocamanmış… Şehirler içinde bir şehirde; semtler içinde bir semtte; bahçeli bir apartmanda, yok, daha iyisi apartmanlı bir bahçede meraklı mı meraklı, Neşe adında bir çocuk yaşarmış.

Neşe, apartmanın arkasındaki küçük bahçeye ve bahçede oynamaya bayılırmış. Çapalanmış topraktan, biçilmiş çimlerden gelen kokular çok hoşuna gidermiş. Kokuyu içine çeke çeke lastik, ip atlama, sek sek, evcilik oynarmış arkadaşlarıyla. Evcilik oynamayı daha çok severmiş. Evcilik oynarken yan inşaattan aldıkları delikli tuğlaları dikkatle kırarak minik dolaplar, masalar, yataklar yaparlarmış. Gene inşaatın kumları arasından çıkan midye, istiridye, şeytan minaresi kabuklarından da tabaklar çanaklar yaparlarmış. Karınları acıkınca Neşe’nin annesine koşarlarmış. Neşe’nin annesi tüm çocuklara küçük kekler, poğaçalar, börekler verirmiş. Çocuklar tekrar bahçeye iner oynamaya devam ederlermiş.

Küçük kızın bahçede en sevdiği şeylerden biri de gizlice kuşları seyretmekmiş. Öyle meraklıymış ki hepsinin adını tek tek öğrenmiş. Hepsine ayrı ayrı ilgi duyarmış. Dallarda “cirkleyen” serçeleri sevimli bulurmuş mesela. Sakalarla ispinozların sesini duyar fakat bir türlü kendilerini göremezmiş. Pervazlarda gezinen kumrular, neden bilinmez, içine bir tuhaflık verirmiş. Güvercinler, hele gökyüzünde küme halinde uçan evcil beyaz güvercinler onu çok heyecanlandırırmış. İlkbaharda gelen kırlangıçların yuva yapışlarını, birbirlerine çarpmadan hızla uçuşlarını seyretmek ayrı bir keyifmiş. Kışın kara bulutlar gibi inen sığırcık sürüleri ve sığırcıkların sivri gagalarıyla tüylerindeki gizli renkler çok ilgisini çekermiş. Martılar hep denizi hatırlatırmış. Birkaç kere çook yukarlarda bir çaylak bile görmüşmüş. Birkaç kere de saksağan ile kuyruk sallayan görmüş. Yaz akşamları balkonun yanındaki ağaca tüneyen baykuşun sesleri önceleri biraz tedirgin etmiş fakat zamanla alışmış. Yarasalara da aynı şekilde zamanla alışmış. Ve yarasanın bir kuş değil bir memeli olduğunu da babasından öğrenmiş. Babası hep şöyle dermiş, “Hayvanların çoğu zararsızdır. Eğer sen de zararsızsan.”

Neşe, babasının söylediklerine körü körüne bağlanmayacak ve babasının söylediklerini kulak arkası etmeyecek kadar akıllı bir kızmış. Ayrıca bütün kuşlar içinde en çok kargalara ilgi duyuyormuş. Çünkü kargaları çok akıllı bulurmuş. Babasının söylediğine göre kargalar sayabilirmiş. Fakat sadece dörde kadar. Dörtten sonra kafaları karışırmış. Gene babasının söylediğine göre insanlar da dört şeyi hemen görür, tanır, fakat dörtten fazla şey gördüklerindeyse kafaları karışırmış. Bu bilgi, Neşe’nin kargaları daha çok merak etmesine neden olmuş. Nerde karga sesi duysa kafasını çevirmeye başlamış. Kargalar bir cevizi kırmak için yükselir yükselir sonra cevizi çoook yukardan bırakırlarmış. Ceviz kırılıncaya kadar bu işi tekrarlarmışlar. Neşe bir kere, kırmak için cevizi asfalta bırakan bir karga bile görmüş. Niye? Asfalttaki çetin cevizin üzerinden araba geçsin de kırılsın diye… Sonra bir gün bir kargayı kendi evlerinin mutfak kapısını açmaya çalışırken görmüş. Hemen sinmiş bir köşeye seyretmiş. Karga ağzındaki tahtayı aralık kapıya sıkıştırıp bir kaldıraç gibi kullanmıyor mu? Neşe’nin ağzı, hayrettenbir karış açık kalmış.

Neşe bir gün de bahçede en sevdiği ağaca, iğde ağacına bakıyormuş. Aydınlık bir bahar günüymüş. İğdenin kokusu insanı mest ediyormuş. O da ne! Ağacın dibinde bir tekir kedicik, ağacın dalındaki kargalara sinsi sinsi yaklaşmaktaymış. Aklı sıra gizlice yaklaşıp kargaları yakalayacak. Kargalar dönüp bakmamışlar bile. Kendi aralarında “Gak guk!” etmeye devam etmişler. Kedi yaklaşmış yaklaşmış. Birden ok gibi fırlamış. Kargalar sanki kahkaha atar gibi o ânda havalanmışlar. Tekirin pençeleri boşluğu tırmalamış. İstediğine ulaşamayınca sanki hiçbir şey olmamış gibi patilerini yalamış. Kargalar bu durumu görmezden gelir mi? Gelmemişler zaten. Kedinin tepesinden, arkasından, önünden, sağından, solundan dalışlar yapmışlar. Biri mesela bir yerden dalmış, kedi tam kendini koruyacakken, diğeri ters taraftan dalışa geçmiş. Dakikalarca bu durum sürmüş. Kedicik çareyi iğde ağacının en sık dallı yerine sığınmakta bulmuş.

Neşe, ilk defa kargalara kızmış. Onlara taş atmış. Babası görse çok kızarmış bu işe. Ama ne yapsın, kediciği korumak istemiş. Evet başlangıçta kedinin de niyeti kötüymüş fakat şimdi zayıf durumda olan tekirciğin kendisiymiş. O yüzden birkaç taş fırlatmış kargalara. Bu sefer kargalar Neşe’ye doğru dalış yapmışlar. Neşe kaçmaya başlamış. Bir sağdan bir soldan geliyorlarmış. Küçük kızın ayağı takılmış. Düşmüş! Dizi sıyrılmış. Korkudan kıpkırmızı olmuş. Başlamış ağlamaya. O ağlaya dursun kargalar konmuş iki yanına. Bakmışlar tuhaf tuhaf.

Ve biri konuşmuş, “Korkma çocuk! Biz sadece eğleniyorduk. Ne kediye ne sana zarar vermek istmedik. Dizin sıyrılmış azıcık. Bu yüzden kusura bakma. Ama bize hak ver! Çünkü önce kedi saldırdı bize! Hem sen de taş attın önce.”

Neşe burnunu çekerek gülümsemiş, “Haklısınız! Babam demişti zaten, ‘Hayvanların çoğu zararsızdır. Eğer sen zararsızsan!’ demişti.”

Kargalardan diğeri konuşmuş, “Biliyor musun küçük baban da belki eskiden bir kargaymış? Belki sen de önceden bir kargaymışın?”

Neşe, “Anladım! Eğleniyorsunuz benimle!” diyerek dudaklarını büzmüş.

En son konuşan karga gene konuşmuş, “Tam olarak değil!.. Ama neden yani olamaz mı? Belki önceden de ben bir insandım!”

Neşe, “Olur mu öyle şey!” diye çıkışmış.

İlk konuşan karga, “Hepimiz sonuçta atomlardan yapılmıyor muyuz? Hatta bendeki bazı hücrelerle sendeki bazı hücreler aynı değil mi? DNA’larımız bile çok benziyor.”

Neşe şaşkınlık içinde, “Hiçbir şey anlamıyorum dediklerinizden!” demiş yüzünü ekşiterek.

Kargalar koro halinde, “Akşama babana sor o zaman!” demişler. Ve uçup gitmişler.

Neşe kala kalmış. Öyle meraklanmış ki eczanede dizine pansuman yapılırken ağlamamış bile. Bir ân önce akşam olmasını ve babasının gelmesini dilemiş. Tabiki de akşam olmuş. Neşe’nin babası gelmiş. Neşe olayı anlatmış. Sorusunu sormuş. Babası da kızını dizine oturtup kargaların nasıl haklı olabileceğini ayrıntılarıyla anlatmış. Neşe babasının ve kendinin önceden bir karga olabileceğine gerçekten inanmış. Sadece karga değil her şey olabileceğine inanmış. Gece uykuya dalarken bir karga olmuş bir serçe, bir baykuş olmuş bir çaylak, bir kedi olmuş bir iğde ağacı, bir su olmuş bir toprak... Sonunda her şey ama her şey yani bütün bir evrenin ta kendisi olabileceğini anlamış. Eğer Neşe koskoca bir evrense şu küçücük yatağa nasıl sığdığına şaşırarak uykuya dalmış.

Her zaman ki gibi ama bu sefer büyüklükleri değişik üç elma düşmüş gökten. Ee! Üçü de evrenin başına.