.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; eşşekler bakkal iken katırlar hekim iken tüylerim tiken tiken kaymaklı kadayıf yer iken; anam kapadı ocağı babam kaşıdı bacayı hiç sormayın yaşımı başımı; bin mi iki bin mi in mi cin miyim; yerde miyim gökte miyim peynir miyim köfte miyim; derken karnım acıktı da hepsini yedim; yedim dinlendim yedim keyiflendim yedim dedim dedim yedim; evet efendim sepet efendim artık dilersen masalımıza geçelim…
Şehirlerden bir şehirde, mahallelerden bir mahallede Meriç diye tatlı mı tatlı bir çocuk yaşarmış. Meriç’in annesi çalışır babası evde ona bakarmış. Meriç babasına sevdalıymış. Babasıyla uyanır, babasıyla aynı zamanda uykuya dalarmış. Babasıyla sabah kahvaltıdan sonra sokağa fırlar yemek vakitleri hariç akşama kadar eve dönmezlermiş. Babasıyla sek sek oynar, misket oynar; köşedeki eski ve küçük parkta kaydıraktan kayar salıncakta sallanır, kumdan kaleler yaparlarmış. Arkadaş bulurlarsa babası geri çekilir Meriç’i arkadaşlarıyla başbaşa bırakır, hep kıç cebinde taşıdığı eski püskü kitabını okumaya koyulurmuş.
Meriçlerin mahallesinde pek ağaç yokmuş. Apartmanlar ıkış tıkışmış. Sadece evlerin arka balkonları küçük bahçelere bakarmış. Meriç’le babası bütün oyunların içinde en çok uçurtma uçurmayı ve ‘bir şeye benzetme oyunu’nu severlermiş. Evlerinin duvarları çatlaklarla doluymuş. Duvarların bazı yerleri de rutubetten kabarıkmış. İki kafadar da işte bu çatlakları ve kabarıkları sürekli bir şeylere benzetmeye çalışırlarmış. Onlar için çatlaklar bâzen yol, bâzen kök, bâzen dalmış; kabarıklar bâzen tepe, bâzen kuzu, bâzen kafadaki saçlarmış…
Meriç akşamları annesiyle de oynar; tatil günleri de arka balkonda hep beraber kahvaltı ederlermiş. Evin arkasındaki küçük bahçede betonu delip çıkan, dallarında yırtık şeytan uçurtmaları uçuşan incir ağacını seyretmeye doyamazmış tatlı çocuk. Annesi biraz hüzünlüymüş fakat babası, anneyi güldürmeyi hep becerirmiş. Sonra hep birlikte gülerlermiş. Bir kere suratları asılsa on kere gülerlermiş. Kahvaltıdan sonra baba hep küçük bir defter yaprağını katlayarak şeytan uçurtması yapar; uçurtmayı iplikle bağlayıp uçururmuş. İpliğin ucunu Meriç’e uzatır, Meriç uçurtmayı tek başına uçururmuş sonra. Ve maalesef genellikle uçurtmalar incir ağacının dallarına takılır iplik koparmış.
Birgün nasıl olmuşsa olmuş, Meriç evde tek başına uyanmış!
“Babaaa!” diye bağırmış. Cevap gelmemiş.
Kalkmış anne babasının yatak odasına gitmiş. Fakat kimse yokmuş. Evin her yerine, arka balkona da bakmış, gene de kimseyi bulamamış evde. Salona gelmiş. Tam ortada durmuş. Çok tuhaf hissetmiş. Ne yapacağını bilememiş. Öyle ya sabahları ne yapacaklarına hep babasıyla beraber karar verirlermiş. Ne yapsın ne yapsın? Hiçbir şey gelmemiş aklına. Gözleri dolmuş sanki biraz. Ama ağlamamış. Öyle dikili kalmış ayakta. Kendine yardım edecek bir şeyler bakınmış. Sağda solda kendisini oyalayacak bir şeyler aramış üzüntülü bakışları. Eski, tüyleri dökük halıya takılmış gözü. Halının üzerinde sanki bir surat görmüş. Suratı babasına benzetmiş. Suratın tam karşısındaki küçük lekeyi de kendisine benzetmiş. Farkına varmamış ama biraz rahatlamış içi. Arka balkona koşmuş. İncir ağacına bakmış. Betonu delip boy veren ağacı hayranlıkla seyretmiş. Neden bilinmez kendini incir ağacına yakın hissetmiş. İncirin dallarındaki şeytan uçurtmaları tatil sabahlarındaki kahvaltıları hatırlatmış. Karnının acıktığını fark etmiş. Koşarak buzdolabının kapağını açmış. Bir domates, bir dilim peynir almış tezgaha koymuş. Ekmekliğe ulaşmak için tabure getirmiş içerden. Tabureye çıkmış. Ekmeklikteki taze ekmeğin kıyısını koparmaya çalışmış güçlükle. Ama koparmış. Sonra domatesi, peyniri ve ekmeği bir tabağa koymuş. Önce domatesi ısırmış. Domatesin suyu çenesinden boynuna akmış. Elinin tersiyle boynunu silmiş. Domates yere düşmüş. Domatesi yerden alıp üflemiş ve tekrar başını uzatıp ısırmış. Bu sefer daha az akmış domatesin suyu. Sonra peyniri ısırmış, sonra ekmeği. Sonra koşup tekrardan incir ağacına ve dallarındaki şeytan uçurtmalarına bakmış. Babasıyla nasıl uçurtma uçurduklarını hatırlamış…
Artık tuhaf hissetmiyormuş. Hatta böyle tek başına olmak hoşuna bile gitmiş. Derken, birdenbire babası gelmiş. Oğlunun ağzını, burnunu, boynunu domates kırmızısı, dudaklarını peynir beyazı, kazağını yarı ıslak ve ekmek kırıklarıyla dolu görünce basmış kahkahayı. Çocukcağız öyle sevimliymiş ki. Meriç’i tutmuş kaldırmış, öpmüş öpmüş havalara uçurmuş.
Baba gülücükler saçarak, “Afedersin Meriç’cim ben seni şaşırtacak bir hediye almak istemiştim. O yüzden erkenden çıktım evden. Anlatabildim mi acaba?”
“Eee?” demiş Meriç “Hediye nerde?”
Babası içeri koşup geri gelmiş. O da ne! Meriç’in şimdiye dek görmediği büyüklükte bir şeytan uçurtması! Üstelik yarı saydam. Işık vurdukça rengi, şekli değişiyor; sanki her ân başka bir şeye benziyormuş. Meriç çoook etkilenmiş uçurtmadan.
“Hadi!” demiş babası “Bu uçurtma balkonda uçmaz Meriçcim. Bunu uçurmak için yan mahalledeki boş arsaya gidiyoruz. Hadi! Ama önce ağzımızı burnumuzu silelim, üstümüzü değişelim ve güzel bir kahvaltı yapalım. Sonra da uçurmaya gideriz.”
“Ama ben tokum ki.” demiş Meriç. “Bi sürü yedim ki.”
“Peki! Tamam ben seni yalnız bıraktım elimde olmayarak ama sen bana eşlik eder misin kahvaltıda?” diye sormuş babası.
Meriç başıyla onaylamış. Birlikte şakalaşarak, gülüşerek kahvaltı etmişler. Sonra da boş arsaya gidip doya doya, yorulup bitkin düşünceye kadar uçurtmalarını uçurmuşlar. Eh! Doğrusu bu uçurtmayı uçurmak çok keyifliymiş. Eee! düpedüz şekil değiştiriyormuş bu uçarken. Bir ara annesine, bir ara incir ağacına bile benzemiş…
Akşam olmadan eve dönümüşler. Baba güzel yemekler hazırlamış. Anne gelince hep birlikte oturup kah kah, kih kih yemek yemişler. O akşam Meriç pek erken uykuya dalmış. Annesiyle babası uyurken Meriç’in melek yüzünü seyretmişler bir süre. Sonra sarılmışlar birbirlerine.
Gökten üç elma düşmüş. Biri Meriç’in, biri Meriç’in annesiyle babasının, biri de masal severlerin başına.
.