Keçi


Bir varmış bir yokmuş, bir başmış bir sonmuş, bir karmış bir donmuş, bir arıymış bir darıymış, bir reçelmiş bir balmış… Denizden karaya ayak basıp da yokuş yollar geçip de yükseğe en yükseğe çıkıldıkta hava başka, ruh başkaymış.

İşte orda, Kaz Dağları’nın yükseklerinde, birer orman mühendisi olan anne babasıyla Şahin diye bir oğlan çocuğu yaşarmış. Serin ve temiz rüzgârlarda uçurtma uçurur, çam ve meşe kokularıyla kendinden geçer, önünden akıp giden suda kağıt gemiler yüzdürür, sincapları fıstıkla palamutla besler; büyüyünce babası gibi olmak istermiş. Çünkü babası her şeyi bilirmiş. Annesi de bilirmiş ama babası yüksek ağaçlara tırmanmayı, uçurumlardan iple sarkmayı hatta keçiler gibi ortasından ırmak geçen kayaların birinden diğerine atlamayı da bilirmiş. Gerçi Şahin de ağaçlara tırmanırmış. Babasıyla birlikte uçurumlardan iple inermiş inmesine de bir tek kayadan kayaya atlayamıyormuş işte. “Ahh!” Çünkü korkuyormuş. Çünü kayaların arası çok açıkmış. Çünkü iki kayanın arasındaki ırmak deli deli, köpük köpük akıyormuş. Ayrıca korkmasa, atlamak istese bile babası atlamasına izin vermezmiş ki.

Fakat gel gör meraklı çocuğun aklında, ortasından ırmak geçen kayaların birinden diğerine atlamak varmış hep. Atlayamadığı için o kadar çok üzülmüş, bu işi o kadar çok dert edinmiş ki, kayadan kayaya atlamak gündüz düşlerine gece rüyalarına girmeye başlamış. Düşünde ve de rüyasında kendini iki kayanın arasında uçarken görüyormuş. “Hop!” Diye bir çırpıda burdan oraya atlayıveriyormuş. Bir oraya bir buraya atlayıp duruyor, kendini dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyormuş. Değil mi ya? Bir insan kayadan kayaya atlayabildikten sonra daha ne istesin? Bunu başarabilen kişi bir keçi kadar çeviktir bir kere. Üstelik bir keçi kadar özgürdür de. Sözcüğü sözcüğüne böyle düşünmüyormuş Şahincik ama tam böyle hissediyormuş. Ne ki düşler ve rüyalar çok uzun sürmüyormuş. Uyanınca gene gerçekler onu mutsuz ediyormuş.

Annesi, güzel yavrusunun dertli olduğunu hissetmiş. Bir gün dizine oturtup ürkek çocuğunun ağzını yoklamış. Şahincik önce mırın kırın etmiş fakat sonra onu mutsuz eden şeyi olduğu gibi anlatmış. Annesi bakışlarını göğe çevirmiş. Gözlerini kısmış. Derin bir soluk almış. Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş… Sonunda oğlunun tam önüne tebeşirle bir çizgi çizmiş. Sonra dört adım öteye bir çizgi daha çizmiş.

“Benim karlar kadar ak, güneş kadar sıcak oğlum! Önündeki çizgiden öbürüne atla bakalım. Hadi!” demiş.

Şahincik, “Ne var ki bunda.” deyip atlamış.

Fakat sol ayağının topuğu çizgiye denk geldiği için tebeşirlenmiş.

“Olmadı.” demiş annesi tebeşirlenen topuğunu göstererek.

Şahin hırslanmış. Gene atlamış. Gene topuğu tebeşirlenmiş. Daha çok hırslanmış. Gene atlamış, gene atlamış... Altıncı atlayışında başarmış.

Annesine dönüp, “Atladım işte! Yaptım.” demiş.

Annesi, “Bir kere değil hep yapmalısın!” demiş.

Hırslı çocuk tekrar tekrar denemiş. Bâzen başarılı oluyor bâzen olamıyormuş. Annesi oğlunu bir ay boyunca böyle çalıştırmış. Bir ay sonra iki çizginin arasını çeyrek adım uzatmış. Böyle böyle her ay çeyrek adım çizgilerin arasını açmış. Babası da bu antrenmanları desteklemiş. Oğlunu yüreklendirmiş. Ailecek iki çizgi arasında sıçrayıp durmuşlar.

Aradan yıllar geçmiş. Ve inanır mısınız bilmem ama, işe dört adımla başlayan Şahin ilk gençlik yıllarına vardığında on hatta on beş adım uzağa atlayabiliyormuş. Babası bile bu kadar uzağa atlayamazmış oysa. Şahin her gün neredeyse hiç aksatmadan çalışmasının ödülünü almış. Çok güçlü, cesur ve çevik bir delikanlı olmuş. Ayrıca keçiler kadar özgürmüş artık. Kendini bir keçiden farksız görüyormuş. En az haftada bir gün sırt çantasını alıp Kaz Dağları’nın en yükseğine İda’ya tırmanıyormuş. Orda en tepedeyken gece boyunca yaktığı kamp ateşinin alevleri içinde çocukluğunu seyrediyormuş tatlı tatlı gülümseyerek. Keçi gibi ince sakalını sıvazlıyormuş, dağ havasını ciğerlerine çekerken. İşte öyle bir gece yukarıda konakladıktan sonra da geri geliyormuş. Sevgili anne ve babasına yükseklerden serin sular, lezzetli mantarlar, ekşi böğürtlenler, dağ çilekleri, kıpkızıl kızılcıklar getiriyormuş.

Eee! Anlaşıldı. Şahin ermiş muradına biz çıkalım her yanı dağlarla dolu yurdumuzdaki dağlardan birine. Gökten üç elma düşürelim, -sırf çalışsınlar diye- hımbıl ve tembellerin tepesine.


Perihan ile Peri Kıraliçesi


Bir varmış bir yokmuş, bir tatlıymış bir tuzluymuş, bir duvarmış bir yolmuş, bir elmiş bir kolmuş; dilliymiş dilsizmiş, belliymiş belirsizmiş, güzelmiş çirkinmiş, eh! amacı, ereği olan yürür gidermiş.

Perihan küçücük odasında bir yandan ağlar bir yandan ne yaptığının farkına varmadan şarkılar söyler, şarkılarla avunurmuş. Odasından çıktığında ise susar, dünyaya küser, kaşlarını çatar, boynunu büker yürür gidermiş. Çünkü Perihancık kendini hiç ama hiç beğenmezmiş. Kendini çooook çirkin bulurmuş. Gastelerdeki, annesinin dergilerindeki güzel bebek fotograflarıyla ve komşuların kızlarıyla kendini kıyaslarmış hep. Ve neden o çocuklar gibi güzel olamadığına yanarak ağlar dururmuş. Odasındaki barbi bebeklerin, çizgi filmlerdeki çizgi kızların bile ondan daha güzel olduğunu düşünürmüş. Tombul elleri, gür kaşları, kıvır kıvır siyah saçları, dudağının üstündeki tüycükler ve elleri gibi tombul ayaklarından hiç hoşlanmazmış. Annesi babası, dayısı halası, öğretmeni dadısı kendilerine göre güzel bir çocuk görüp de, o çocuğun gözünü kaşını , saçını başını överlerse iyicene kötü hissedermiş kendini. Başlarmış hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Fakat kimseye söyleyemezmiş derdini. Kaçar gidermiş odasına.

Birgün dayanamamış artık odasındaki barbi bebeklerden bazılarının saçlarını kesmiş. Bazılarının saçlarını siyaha boyayıp kıvırcık yapmış. Bazılarına da bıyık takmış. Gülsek mi ne etsek?.. Haa! Bir de ne yapmış? Bebeklerden bazılarını da camdan aşağı atmış. Vay vay vay! Çok sinirlenmiş demek ki Perihancık. Sinirinden saçını başını yolmaya başlamış. Boşuna dememişler keskin sirke küpüne zarar, diye… Masal bu ya! Birden bir mucize olmuş. Oda “Pufff!” diye dumanlar içinde kalmış. Küçük kız burnunun ucunu görememiş. Dili tutulmuş. Dumanların arasından ışıltılar ve hoş bir koku yayılmış odaya. Sonra gene dumanların arasından pul pul parıltılı kanatları, başında billûr tâcı, elinde sırça asâsı ile peri kıraliçesi görünmüş. Fakat bir tuhaflık varmış. Peri Kıraliçesi, masal kitaplarındaki ve çizgi filmlerdeki Peri Kıraliçelerine hiç benzemiyormuş. Onun da elleri ayakları tombul, saçları simsiyah kıvır kıvır, kaşları gür, dudaklarının üzerinde de aynı Perihan’ınki gibi tüyler varmış.

Perihan, “Sen de kimsin?” demiş şaşkınlık içinde.

Kıraliçe, “Peri Kıraliçesiyim ben.” diye fısıldamış büyülü sesiyle.

Perihan, “Ama sen çirkinsin!”

Kıraliçe gülmüş, “Çirkin mi? O da ne demek?” demiş yadırgayarak.

Perihan, “Yani işte… Anla… Güzel değilsin.”

Kıraliçe, “Güzel mi?.. Güzel de ne demek?..” demiş gene gülümseyerek.

Perihan, “Aynı zamanda kusura bakma ama safsın da galiba biraz.”

Kıraliçe, “Aaa evet! Ben saflıktan yapıldım. Bütün periler saflıktan yapılır.” demiş kulakları okşayan sıcak sesiyle.

Perihan, “Neyse!.. Tam anlatamadım ben zaten ya…” demiş kızgınlıkla.

Kıraliçe, “Anladım… O kadar da saf değilim merak etme. Senin düşlerini bozduğum için kusura bakma. Ama ben gerçekten Peri Kıraliçesiyim.” demiş. Ve Küçük kızın gözlerinin içine bakmış.

Perihan gözlerini kaçırmış, “Eğer gerçekten ama gerçekten öyleysen bir marifet göster de görelim bakalım. Mesela beni güzel yap mesela.” demiş.

Peri Kıraliçesi, sırça asâsını kaldırmış ve havaya bir çember çizmiş. Parıltılı bir çember oluşmuş. O çember gitmiş gitmiş Perihan’ın başına taç olmuş. Kıraliçe gene asâsıyla bir hareket yapmış. Yerde birden bire piyano tuşları oluşmuş. Kıraliçe sevecenlikle gülümseyerek Perihancığa, “Tuşlara dokun demiş.”


Perihan tuşlara dokunmuş. Sanki tuşlara her dokunuşunda büyülü sesler çıkmış. Her dokunuşta havada bir şeyler parıldamış. Perihan’ın aklı başından uçmuş gitmiş. Küçük kız içtenlikle tuşlara dokunmaya, bir yandan da belli belirsiz bir şarkı mırıldanmaya başlamış.

Duydum işte sesimi

Rengi değişti odanın

Rengi değişti çiçeğin

Hayatın tadı değişti

Amman amman ne lâflar! Ağzından çıkanlara kendi de inanamamış. Sesi de hakikaten öyle güzelmiş ki penceresinin pervazındaki kuşlar cıvıldamayı kesip onu dinlemeye başlamışlar. Yüzündeki kızgınlıktan eser kalmamış. Karamsar suratı aydınlanmış. Hafiften gülümsemiş. Gözleri ışımış. Kendinde çirkin bulduğu, beğenmediği ne varsa aynen eskisi gibiymiş fakat şöyle bir bakınca Perihan çok güzel görünüyormuş artık. E! sesinin ve tuşlardan çıkardığı ezginin güzelliğini de buna eklersek o artık az önceki kıza hiç ama hiç benzemiyormuş. Kendini şarkı söylemeye öyle kaptırmış ki ne kendini hatırlamış o ara, ne karşısındaki Peri Kıraliçesi’ni. Kıraliçe sessizce kaybolmuş. Küçük kız ise bütün bir gün durmadan şarkı söylemiş. Artık yüzü gülüyormuş. Tabi ki tek bir gün şarkı söylemek ona yetmemiş. N’apmış dersiniz? Bütün bir ömür şarkı söylemiş. Bir sürü hayranı olmuş. Konserler vermiş. Herkes onu çok beğenmiş, çok sevmiş.

Eee! Perihan erişmiş gerçekten de gerçek güzelliğe, biz çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düşmüş biri Perihan’ın, bir Peri Kıraliçesi’nin, biri de şarkı söyleyenlerin başına.


Cinlerin Masalı


Bir varmış bir yokmuş. Gökte yıldız, denizde balık bolmuş. Hava temiz, güneş sıcak, dünya güzel, karınlar tokmuş. Efendim günlerden bir gün akıl almaz bir şey olmuş.

Yıldız Parkı’nın koruluğunda eli yüzü kırmızı, saçları yeşil, gözleri sarı; burnu düğme, kulakları kepçe, dudakları sicim; dili reçel, yüreciği şeker bir cin yavrusu mahsur kalmış. Ama nasıl? Onu dün buraya, farkına varmadan, bir afacan getirmiş. Afacan ağaçlara gerili hamakta masal okurken uykuya dalmış. Eski masal kitabının sayfası öylece açık kalmış. Tam o sırada masaldaki Cincik merakla kitaptan dışarı uzatmış başını. Sonra dışarı fırlamış. Herhalde hep aynı masalın kahramanı olmaktan sıkılmışmış. O sırada çocuk uykudan uyanmış. Masal kitabını kapamış, çantasına atmış. Ve Cincik dışarda kalakalmış. Eee n’olacak? Afacan masal kahramanının dışarda olduğunun farkına varamadan ailesiyle çekip gitmiş. Cincik de dönememiş masalına tabi. Artık gerçek dünyada ve yalnız başınaymış. Masalda küçük çocukların ürktüğü bir kahramanken şimdi kendisi ürkmekteymiş. Ahh! Hava da kararıyormuş giderek.

Sıcak hava serinlemeye, yapraklar kıpırdamaya başlamış. Kıpırdayan ve de hışırdayan yapraklardan ürkmüş Cincik. Bir sincap atlamış yere. Bir meşe palamudunu kapıp koşarak tırmanmış ağaca. Daldan dala atlayarak uzaklaşmış. Dallar sallanıp durmuşlar ardından. Sincaptan ve sallanan dallardan ürkmüş küçük cin. Sonra derenin orda bir köpek ulumuş, yakında kediler miyavlamış, uzakta puhu kuşu “huuu hu!” diye ötmüş, topraktaki kuru yapraklar foşurdamış. Hepsinden tek tek ürkmüş. Şekerden yüreciği erimiş sanki. Ne bilsin yaprakların kıpırdaması, sincapların koşturması, köpeklerin uluması, kedilerin miyavlaması ve gerçek dünyadaki bir sürü hareket, bir sürü ses korkulacak şeyler değildir. Masalını özlemiş. Eski masal kitabınının saman sarısı sayfalarına, mürekkep kokulu satırlarına dönmek istemiş. Ne çare! Hüzünle oturmuş toprağa gözlerinden mavi yaşlar dökülmüş. Düğme burnunu çeke çeke ağlamış.

O da ne! Kendisine yaklaşan ayak sesleri işitmiş. Güçlükle kendini çalıların arasına atmış. Yaklaşan her neyse ay ışığında belli belirsiz görünüyormuş. Ama belli ki yaklaşan şey, Cincik’in iki üç katı kadarmış. “Amman amman!” Cincik iyice sinmiş. Koca karaltı yaklaşmış yaklaşmış, yaklaşmış. Ay ışığı karaltının yüzünü aydınlatmış. Bu şey Cincik’e benziyormuş. Gözleri onun gibi sarı, teni onun gibi kırmızı, saçları onun gibi yeşilmiş. Bu kadar olur yani. Her şeyi tıpatıp onun gibiymiş. Yalnız, ondan bayağı büyükmüş.

Karaltı konuşmuş, “Heyyy! Cincik n’aber?”

Cincik adıyla seslenen benzerini önce yadırgamış ama sonra dayanamayıp, “İyiyim. De… Ne vardı?.. Ne istiyosun benden?” demiş şeker yüreciği korkuyla çarparak.

Karaltı, “Korkma. Ben de eskiden küçük bir cindim. İnanmıycaksın belki ama. Ben de çoook uzun yıllar önce aynı masaldaydım. Yalnız, ben farklı bir kitaptaydım. Hatta benim masalımın harfleri bile farklıydı. Neyse! Sonuç olarak ben de aynı senin gibiydim. Ve aynı senin gibi merakla dışarı fırlamıştım.”

Cincik, “Benim dışarı fırladığımı gördün mü ki?”

Cin, “Tabi ki… Sanki geçmişim canlandı gözümde. Aynen ben de senin gibi önce başımı kitaptan dışarı çıkarmış sonra merakla dışarı fırlamıştım. Ve gerçek dünyada kalmıştım. Ben de aynı senin gibi çok korkmuştum. Uzun süre kendime gelememiştim. Ama aradan upuzun yıllar geçti. Bu dünya hakkında çok şey öğrendim. Bu dünyaya, eh işte, alıştım. İstersen benim yanıma yerleşebilirsin. Bildiğim her şeyi sana anlatırım.”

Cincik şaşırmış, “Sen nerde kalıyosun? Başka bir masalda mı?”

Cin, “Hayır. Ben sarayda kalıyorum.”

Cincik, “Saray ne?”

Cin, “Nasıl anlatsam?.. Eskiden padişahların yaşadığı yer. Ama artık padişah yok. İstediğim gibi yaşıyorum sarayda ben de. İnsanlar zaten farkıma bile varmıyolar.”

“İyi o zaman! Evet, insanlar.” demiş Cincik “Evet. Yanında kalırım. Gene de… Gene de her şeyden çok korkuyorum ben yaaa.”

“Dikkatli olmalısın! Fakat korkmamalısın!” diye yanıtlamış Cin, “Çünkü korkmak işe yaramaz bi şey.”

Küçük cin, büyük cinin ne demek istediğini anlamaya çalışmış.

Derken Cin birden, “Püfff!” diye ortadan yok olmuş. Cincik korkmuş yalnız kalınca. Bir süre yalnız kalmış. Cin, “Pofff!” diye belirmiş tekrardan, “Eeee? Korkma dememiş miydim sana? Unuttun mu?” demiş

Cincik, “Yani korkma diyince korkulmasa ne güzel tabi. Ama korkuyosun işte normal olaraktan.” demiş.

Sonra Cin tekrar kaybolmuş. Cincik tekrar korkmuş. Bir süre sonra Cin tekrar belirmiş. Cin böyle böyle oynamış Cincik’le. Gel zaman git zaman Cincik gerçek dünyaya alışmaya başlamış.

Ve aslında, biraz sonra ne olacağını bilmediği ve aklına nedense hep kötü şeyler getirdiği için korktuğunu anlamış. Cin, Cincik ile korulukta, dere yatağında, köşklerde, sarayda ve hatta Boğaziçi’nin sırtlarında “Püffff! Poffff!” oyunu oynamış sürekli. Bu oyunla Cincik korkusunu yenmiş ve büyümüş.

Aradan yüzlerce ve yüzlerce yıl geçmiş. İki Cin aynı boya gelmişler. İkiz gibi birbirlerine benzemişler. Hatta Cincik, Cin’e gözünden kaçan şeyleri anlatmış. Öğretmeninin öğretmeni olmuş sankim biraz.

Yıldız Parkı’nda gene öyle dolaşıyorlarmış Bir de ne görsünler. Bir afacan elinde eski bir masal kitabı, hamağa uzanmış masal okuyor. Bu masal meğersem iki cinin içinden çıktığı masal değilmiymiş. İkisi de heyecanla hamağın başına gitmişler. Masala bakmışlar. Gözleri satırları izlemiş. Heyecanlanmışlar. İkisinin de şeker yüreğinden masala dönmek geçmiş. Sicim dudakları iyice incelmiş. Ama ister cin ol ister insan her varlık alıştığı, korkusuz yaşadığı yeri sever. Değil mi? Hele de sağlam bir dostun varsa. Hayat iyice güzelleşir. Bu yüzden, evet, masala dönmemişler. Ve gerçek dünyada yaşamaya karar vermişler. Gerçek dünyada korkusuz ve mutlu yaşamaya devam etmişler.

Gökten üç elma düşmüş. Biri masal okurken uyuklayan afacanın, biri Cinlerin, biri de bu masalı şeker gibi bir yürekle anlayanın başına.


“Dedem Uçuyo!”


Bir varmış bir yokmuş. Balıklar suda, kuşlar havada, insanlar rüyalarında uçarlarmış. Rüyasında uçtuğunu görenler gördüklerine hiç şaşmaz kırk yıllık kuş gibi uçmaya devam ederlermiş. Uyanıncaya, rüya bitinceye kadar kadar da uçtuklarına inanırlarmış.

Neyse efendim. Mahallenin birinde kavgacı mı kavgacı bir çocuk yaşarmış. Adı Cenk’miş. Cenk kıpır kıpır, yerinde duramayan bir çocukmuş. Üstüne üstlük dediğim gibi kavgacıymış da. Kendini her gün kötülere karşı savaşan, başka bir çizgi film kahramanına benzetirmiş. Oynarken bâzen elinde plastik kılıcı, bâzen ışın tabancası bâzen de taramalı tüfeği olurmuş.

Arkadaşlarının üstüne “Savuluuuun! Ben iyiliğin gücüyüm!” diye bağırarak çullanırmış. Ahh deli çocuk! Zavallı arkadaşlarının pestilini çıkarırmış.

Cenk’in bir de dedesi varmış. Doğrusu tuhaf, esrarengiz bir adammış. Evin bir odası ona aitmiş. Oda, hem atölye hem bir tiyatro kulisi gibiymiş. Bir yanda tahta bir tezgah: Tezgahın üzerinde türlü türlü âlet edavat varmış. Bir yanda gömme bir dolap: İçinde çeşit çeşit kostüm, maske, aksesuarlar asılıymış...

Cenk odaya girip sağı solu karıştırmaktan, duvarlardaki resimlere bakmaktan çok mutlu olurmuş. Ama odadaki şeylerin ne işe yaradığını bir türlü anlayamazmış. Çok az konuşan ve hiç nasihat etmeyen dedesini çalışırken seyretmek ayrıca hoşuna gidermiş. Dedesi yaptığı işlere kendini öyle kaptırırmış ki âdeta başka biri olurmuş. Acaba Cenk de dedesine mi çekmişmiş? Ki kendini kötülere karşı savaşan bir kahraman gibi hissetmesi bu yüzden miymiş? Bilinmez!

Bir gün Cenk’in dedesi suskunluğunu bozmuş. Torununu yanına çağırmış. “Evlatcığım. Güzellerin en güzeli. Tatlıların en tatlısı.” demiş. “Seyrettiğin çizgi filmler seni yanıltıyor haberin olsun.”

Cenk, “Hiçbişey anlamadım bu laftan!” demiş.

Dedesi, “İnsan hep kötü, hep iyi olamaz a! Mesela sen iyilik diye arkadaşlarının üzerine çullanıyosun. Onlara zarar veriyosun. Söyle bakalım iyilik bunun neresinde? Ayrıca onların kötü olduğu nerden belli? Sen dedin diye kötü olmaz ki kimse.” diye esrarengiz bir havada devam etmiş konuşmaya. Cenk ağzı açık dinlemiş dedesini. Dedesinin anlattıklarından çok hâli tavrı merâkını gıdıklamış. O yüzden bir süre susmuş, konmuşmamış.

Dede devam etmiş, “Ayrıca biliyo musun evlatcığım! Gerçekten şapkadan tavşan çıkmadığı hâlde, şapkadan tavşan çıkarıyomuş gibi yapan sihirbaza inanır seyirciler. Neden? Sihirbaz çok iyi sihir yaptığı için mi? Hayır! Seyirciler inanmak istedikleri için inanırlar. Eğer sen de inanmak istersen sana tuhaf bi şey anlatıcam.” demiş.

Cenk inanmaya dünden razıymış zaten. “Anlat anlat hadi!” demiş.

Dede devam etmiş, “Biliyo musun? Ben uçuyorum.”

Cenk heyecanla dedesinin sırtına bakıp, “Gizli kanatların mı var?” diye sormuş.

Dede, “Kanata gerek yok. Sen eğer benim uçtuğuma inanırsan kanata gerek yok.”

Cenk, “İnanırım inanırım anlat sen!” demiş.

Dede, “Daha fazla anlatmıycam. Sen uçtuğumu görceksin zaten!” deyip konuşmayı sona erdirmiş. Torununun başını okşayıp yollamış.

O gece Cenk rüyasında dedesinin uçtuğunu görmüş. Sabahın alacasında uyanıp çişe gitmiş. Dönerken pencereden bakmış. “Amman Amman! O da ne!” Pelerini havalanmış ve sanki uçar gibi biri geçmiyor muymuş sokaktan? “Aman aman! ” Pelerinli adam başını kaldırıp bakmış! Bu geçen Cenk’in dedesinin ta kendisi değil miymiş meğer! Çocukcağız affalamış. “Dedem uçuyo!” demiş kekeleyerek. Sonra koşmuş dedesinin odasına. Fakat dedesi horul horul yatağında uyuyormuş. Peki o zaman sokakta uçar gibi yürüyen dedesi değilse kimmiş?

Cenk dayanamamış, yaşlı adamı uyandırmış. Olanları anlatmış. Esrarengiz adam ise bunun bir oyun, sihir oyunu olduğunu ve inanmaya hazır olduğu için gördüklerini gerçek sandığını anlatmış gizemli bir havada.

“Peki o zaman aşağıda uçar gibi yürüyen sen miydin?”

“Evet bendim!” demiş dedesi.

“Ama nasıl olur! İçerde uyuyordun sen bi kere.” demiş Cenk.

“Hayır. Uyuma numarası yapıyodum.”

“Peki sokaktan nasıl koştun geldin yatağa hemen?”

“O da işin sırrı zaten!” demiş dede gülümseyerek. “Ayrıca yere bak. Ne görüyosun?” diye eklemiş.

“Yeeeer. Yer görüyorum.” demiş Cenk.

“Peki yer değil de bulutlar olduğunu düşünsen ayaklarının altında?”

“Düşünürüm ne var ki.” demiş Cenk.

Dede, “Yürü bakalım bulutların üstünde o zaman.” demiş.

Cenk de yürümeye başlamış hayâli bulutların üstünde.

Dede, “Ayaklarının altında nasıl bir his var?” diye sormuş

Cenk, “Yumuşacık, pamuk gibi. Sanki pamukların üstünde yürüyorum.” demiş.

Dede, “Evlatcağızım. Uçuyosun sen. Bayaa bayaa uçuyosun işte.” demiş

Cenk kahkahalar atarak dedesinin üstüne atlamış.

Dede, “Gördün mü Cenkcik, sen inanırsan kötüler olur, iyiler olur. Sen inanırsan deden uçar. Çok inanırsan sen de uçarsın.” demiş. Ve eskiden nasıl ünlü bir sihirbaz olduğunu, yaptığı numaraları anlatmış tek tek. Ufaklık tatlı tatlı sihirbazlıktan emekli dedesini dinlerken uykuya dalmış.

O günden sonra Cenk biraz değişmiş. Artık arkadaşlarının üstüne çullanmıyormuş. Ama onları şaşırtmak için yeni yeni numaralar öğrenmeye başlamış. Dedesinin çırağı olmuş.

Büyümüş çok ünlü bir sihirbaz olmuş. Ve herkese dedesinin anlattıklarını anlatmış durmadan.

Gökten üç elma düşmüş. Üçü de bulutların üstünde yürüyebilen çocukların başına.