Ağaç Ev


Bir varmış bir yokmuş. Korulu Park Mahallesi’nde Defne diye yaramaz bir kız çocuğu varmış.

Defne, her zaman okul dönüşlerinde evlerinin karşısındaki parkta oynarmış. En sevdiği oyun ağaca tırmanma oyunuymuş. Üstelik tırmanmakta pek marifetliymiş. Hem çok hızlıymış hem de çok yükseğe tırmanabiliyormuş. Çok eğleniyormuş tırmanırken. Bâzen dizi ağaçların kabuğuna sürtüp yaralanıyor, bâzen parmakları soyuluyormuş ama o farkına varmıyormuş bile.

Park bekçileri yakaladıklarında, “Ağaca tırmanmak yasak! Bilmiyo musun?” diye kızıyorlarmış.

Ama o kimseye aldırmıyormuş. Kendini oyuna öyle kaptırıyormuş ki her şeyi unutuyormuş. Ayrıca saklanmak için mükemmel bir yermiş ağaçların dalları. Bir kere sık dalların arasında kayboldu mu Defne’yi bulmaları çok zor hatta bâzen imkansız oluyormuş. Saklambaç oyunlarında hiçbir zaman bulunamayan bir çocuk varsa o da Defne’nin ta kendisiymiş. Bazı çocuklarsa onu çok kıskanırlarmış. O sincap gibi ağaç tepelerinde dolaşırken kendileri daha ağacın birinci dalına bile yetişemezlermiş. Ayrıca da Defne sanki ağaca tırmanamayan çocukları birazcık küçük görür gibiymiş.

Eee? Zamanla Defne’nin arkadaşları azalmış. Kimse onunla saklambaç ya da ağaca tırmanma oyunu oynamak istemiyormuş artık. Ayrıca yeteneklerini kıskananlar da Defne’yle yanyana gelmek dahi istemiyorlarmış. Onun yanında kendilerini güçsüz, küçük hissediyorlarmış çünkü. Defne’yse arkadaşlarının niye kendisiyle oynamak istemediğini anlayamamış önceleri. Kimseye aldırmadan ağaç tepelerinde yalnız başına gününü gün etmiş. Etmiş etmesine de nereye kadar? Arkadaşsız da hiçbir şeyin keyfi yokmuş ki! Bir gün gelmiş “dank!” etmiş.

“Ben ne yapıyorum böyle? Arkadaşlarımı küçük görüyorum hep. Bizim mahallede benim gibi ağaca tırmanan yoksa bu onların suçu mu?” diyerek ağaç tepelerinde dolaşmayı bırakıp arkadaşlarına katılmaya karar vermiş.

Arkadaşları temiz yürekleriyle Defneciği hemen aralarına kabul etmişler. Fakat bu sefer de Defnecik ağaç tepelerini özler olmuş. Ağaçlarla arkadaşları arasında bocalamaya başlamış.

Defne bocalaya dursun, bir gün parkın koruluğunda kendisi gibi hareketli olmayan ama gözlerinin içinde kıvılcımlar çakan bir oğlan çocuğuyla tanışmış. Oğlanın adı Nar’mış.

Nar, hiç konuyu dolaştırmadan, “Ben senin derdini biliyorum.” demiş.

Defne, “Nerden biliyosun ki?” demiş.

Nar, “Bırak onu… Bak şurda ne var?... Bir de şuraya bak ne var?…”

Defne bakmış. Bir merdiven ile bir sürü tahta görmüş.

“Eee?” demiş.

“Ağaç Ev için bunlar…” demiş Nar.

“Güldürme beni. Filimde miyiz? Burda izinsiz ağaçlara tırmanmak bile zor. Bi de Ağaç Ev’e mi izin vercekler? Çok komiksin yani bence!” demiş ve gülerek uzaklaşmış.

Ertesi gün okul çıkışı koşarak parka geldiğinde ne görsün. Gerçekten de Ağaç Ev yapılmış bitmiş bile. Ağaç Ev’in verandasında çocukların bazıları oyun oynamaya başlamışlar bile çoktan. Defne gözlerine inanamamış. Bu sefer kıskanma sırası ondaymış. Ağacın üzerinde bir ev, hayatta en çok isteyeceği şeymiş. Hem istemeyerek hem de çok isteyerek yaklaşmış. Ağaç Ev’in penceresinden küçük bir baş uzanmış. Bu Nar’mış.

“Gelsene yukarı.” demiş Defne’ye.

Defne ağacın gövdesine bağlanmış merdiveni fark etmiş. İlk defa bir ağaca merdivenle tırmanmış. Tam kapıdan girerken bir yazı fark etmiş: Korulu Park Mahalle Birliği’nin oy birliğiyle bu ev çocuklara armağan edilmiştir. diye yazıyormuş.

Defne başını çevirip aşağı bakmış. O da ne! Kendisini ağaçlara tırmandığı için azarlayan park bekçisi değil mi? Ta kendisi! Bu sefer gülümsüyormuş. Küçük kız içeri girmiş gene şaşkınlık içinde. Nar ona limonata ikram etmiş.

Defne, “Nasıl oldu bu! Rüya gibi sanki.” demiş.

Nar, “Bir yıldır seni gözlüyorum. Senin yalnız kalmana, arkadaşlarının senden uzak olmasına çok üzüldüm. Bir yıldır da imza topluyordum Ağaç Ev için.”

Defne, “Sen? İmza topluyorsun? Hiçbir şey anlamıyorum hakkaten.” demiş

Nar, “Sonunda herkesi ikna ettim. Ve bu evi yapmaya karar verdiler.” diyerek yayılmış yere.

Defne bu tuhaf çocuktan etkilenmiş sanki, “İkna? Karar? Sen nasıl bi akıllı bıdıksın? Hiç ama hiç bi şey anlamıyorum.” demiş.

Nar, “Anlamıycak ne var! Sadece hayâl ettim. Hayâl edince her şey olur.”

Defne'nin yanakları pembeleşmiş, “Her şey mi?”

Nar, “Evet! Her şey. Ama çoook güçlü çoook kocaman hayâl etmelisin. O kadar güçlü hayâl etmelisin ki başkaları seninle aynı hayâli görsün sanki.”

Defne gözlerini yummuş. Kendini sıkmaya başlamış.

Nar, “Ne yapıyorsun?” demiş.

Defne, “Sus yaa! Hayâl ediyorum!” demiş. Ve kendini sıkmaya devam etmiş. Yüzü kıpkırmızı olmuş. Şakalarından damarlar fırtlamış.

Nar dayanamayıp Defne’yi yanağından öpmüş.

Defne kızmış, “Niye öptün beni bi kere!” demiş.

Nar, “Seni öptüğümü hayâl etmedin mi?” demiş muzipçe.

Defne utanarak başını önüne eğmiş. Sonra kıkır kıkır gülmeye başlamış. Nar’da gülmüş onunla. Kapıdan bakan öbür çocuklar da gülmüşler.

Uzaktan bakınca Ağaç Ev, Kahkaha Ev gibi olmuş.

Gökten üç elma düşmüş biri Nar ile Defne’nin, biri sizin, biri de Mahalle Birliği’nin başına.



Konuşan Sandalye

Bir varmış bir yokmuş. Bir doluymuş bir boşmuş. Bir çirkin bir hoşmuş. Biz her şey kötü sanarken tabiatı sevenler de çokmuş. Bunlardan biri Yusuf adlı bir çocukmuş. Ninesi ve tabiatla yaşarmış. Bâzen karamsar olur bâzen içinden sevinç taşarmış.

Gene bir gün Yusuf ile ninesi bahçede ceviz ağacının altında kahvaltı ediyorlarmış. Ninesinin evi derenin kıyısında geniş bir ormanın içindeymiş. Hafif hafif esen rüzgâr Yusuf’un burnuna yemyeşil kokular, kulağına da kuşların capcanlı cıvıltılarını getirip bırakıyormuş. Yusuf farkında değilmiş ama dinlemekten ve koklamaktan çok hoşlanıyormuş. Bir de ninesinin bembeyaz saçlarını okşamaktan ve de sırtının kaşımasından.

Yusuf ve ninesinin kahvaltıları bitmiş. Beraberce sofrayı toplamışlar, bulaşıkları yıkamışlar. Yusuf, çeşmeden akan saydam suya, çeşmenin etrafında “vız vızz!” dolanan bal arısına hayretle bakarak elini ağzını yıkamış. Resim defteriyle kalemlerini alıp yeniden masaya dönmüş, sandalyesine oturmuş. Ninesi de verandanın altına sallanan koltuğuna kurulup örgü örmeye başlamış. Yusuf tam resim çizecekken sanki bir fısıltı işitir gibi olmuş. Dönüp ninesine bakmış. Fakat ninesi çoktan horlamaya başlamış bile.

Küçük ressam boşverip çizmeye başlamış. Fakat gene bir fısıltı işitmiş. Ses çok yakından geliyormuş; tam altından. Fısıldayan, evet! Yusuf’un oturduğu sandalyeymiş. Çocukcağız biraz ürkmüş önce. Ama öyle korku falan hissetmemiş. Sandalyeden yavaşça kalkmış. Bir adım geri çekilmiş.

Ve sandalyeye, “Ne fısıldayıp duruyosun altımda yaaa!” demiş.

Sandalye, “Ohh! Sen üstümdeyken başka ne yapabilirdim ki. Bak şimdi nasıl rahatça konuşuyorum.”

Yusuf ninesine bakmış göz ucuyla. Ninesi oralı bile değilmiş. Horul horul uyuyormuş. Şaşkın çocuk sandalyeye istemeden çıkışmış, “İyi peki tamam anladım! Ne istiyosun sen onu söyle bakalım?” demiş kaşlarını çatarak.

Sandalye galiba böyle bir tepki beklemiyormuş, “Bir şey istemiyorum. Kendi kendime düşünüyordum. Birden sesli düşünüverdim! Hepsi bu. Kusura bakma gevezenin biriyim ben. Biraz da maalesef umutlu bir sandalyeyim. En iyisi bu olanları unutalım. Çenemi kapıyorum. Bundan sonra seni rahatsız etmem.” demiş.

Yusuf sandalyenin kendisinden çekinmesinden ve özür dilemesinden memnun olmuş. Öte yandan karşısında düpedüz konuşan bir sandalye olmasını yadırgamış. Aslında konuşsun istemiş. Ama “Susma konuş.” da diyememiş. Geceleyin ninesine sandalyeden bahsetmiş. Ninesi gülümseyerek torununu kucaklamış, dizlerine yatırıp sırtını kaşımış. Çocukcağız konuşan bir sandalyenin hayâliyle uykuya dalmış.

Uyanır uyanmaz da ilk işi ceviz ağacının altına gidip sandalyeye bakmak olmuş. Uzun uzun bakmış. Üstüne oturmuş; havaya kaldırmış, tekrar yerine koymuş; dürtüklemiş, itmiş, kakmış, sallamış… Ne ki sandalyeden hiç ses çıkmamış. Kahvaltıdan sonra gene resim defterini ve kalemlerini alıp ceviz ağacının altındaki masaya yayılmış küçük ressam. Ninesi de gene verandanın altında horluyormuş. Yusuf ne kadar istese de hiçbir şey çizememiş. Sandalyenin konuşması bir türlü aklından çıkmıyormuş.

Dayanamayıp sandalyeye dönmüş, “Lütfen konuş! Ben sadece biraz şaşırmıştım. Belki o yüzden kaba davrandım sana. Ama artık o kadar şaşkın değilim. Lütfen konuş benimle!”

Gel gör sandalyeden çıt çıkmamış. Hüzünlü çocuk başını önüne eğmiş. Deredeki kurbağalara bakmak için yerinden kalkmış. Tam o sırada bir ses, bir cümle işitmiş.

“Konuşmamı istiyor musun gerçekten?”

Yusuf heycanla dönüp, “Evet lütfen!” demiş.

Sandalye, “Ben ceviz ağacından yapıldım biliyo musun?”

Meraklı çocuk, “Eee yani?” demiş. Suskunluk olmuş. “Eee? Anlatsana!” demiş Yusuf yeniden.

“Yani köklerim olmadığı için dallarım yok. Dallarım olmadığı için de yapraklarım yok. Yapraklarım olmadığı için de ceviz veremiyorum.” demiş.

Yusuf, “Ağaç olmayı mı özlüyosun?” diye sormuş merakla.

Sandalye, “Evet! Eğer ağaç olsaydım zaten konuşmaya gerek kalmazdı.”

Yusuf, “Neden?”

Sandalye, “Dedim ya!.. Köklerin, dalların, yaprakların, meyvelerin varsa; gövdende su, suyla beraber bir sürü şey dolaşıyorsa; dallarına kuşlar kelebekler konuyorsa söze ne gerek var! Her şeyin tastamam yerinde demektir.”

Yusuf, “Peki bu masa, öbür sandalyeler, şu tabure, ninemin sallanan sandalyesi… Bunların hepsi konuşuyo mu?”

Sandalye, “Mecburen. Eskiden ağaç şimdi eşya olanlar hep konuşur. Bazı özel insanlar sadece çok geveze ve umutlu olan bazı özel eşyaların sesini duyabilir.”

Yusuf o ân sandalyenin söylediklerinden çok etkilenmiş ama karşılık olarak ne diyeceğini bilememiş. Bakakalmış sadece. Çenesi düşük, geveze sandalye ise anlatmaya devam etmiş. Bir ceviz ağacı iken nasıl renkli bir yaşantısı olduğunu; onu kesip atölyeye taşırlarken nasıl üzüldüğünü; onu yapan ustaların yanında -bütün eşyalar gibi- konuşmayı nasıl öğrendiğini ve umutlandıkça sesinin nasıl duyulur olduğunu anlatmış. Sonra sandalye ve Yusuf bir süre susmuşlar. Yusuf bir süre rüzgârın yapraklara çarparak çıkardığı sesi, derenin şırıltısını, kuşların cıvıltısını dinlemiş. Taze havayı içine çekmiş. Sanki bir ağaç olmanın güzelliğini hissetmiş... Birden bire kafasına “dank!” etmiş ve sandalyeye sormuş,

“İki de bir umutlu olduğunu söylüyosun. Umudun ne ki?”

“Umudum tekrar ağaç olmak.” demiş sandalye.

“Ama nasıl olabilir ki bu?”

“Eğer bacaklarımı yere sıkıca saplar, her gün dibime su dökersen belki bacaklarımdan bir tanesi yeniden köklenir ve ağaç olabilirim.” demiş sandalye.

“Eğer ağaç olursan ben kimle konuşucam o zaman?” demiş Yusuf.

Sandalye ümitsizliğe kapılarak, “Doğru! Haklısın sen de tabi!” demiş.

İki arkadaş bir süre daha susmuşlar. Yusuf bir süre daha tabiatın seslerini dinlemiş. Ve dostunun istediğini yerine getirmeye, umudunu karartmamaya karar vermiş. Sandalye küçük arkadaşına çok çok teşekkür etmiş.

Nitekim Yusuf ninesinin tüm itirazlarına rağmen sandalyenin dört ayağını toprağa saplamış. Her gün sandalyeyi sulamış. Sandalye o ilkbahar boyunca dallanmış, yapraklanmış. Hatta meyve bile vermiş. Ninesi hayretle olup bitenleri izlemiş. Torunuyla gurur duymuş. Yusuf konuşacak bir arkadaşını yitirmiş ama herkesi çok şaşırtan, hayretlere düşüren bir şey başarmış. Bir sandalyeyi yeniden ağaca dönüştürmenin yani bir mucize yaratmanın gururunu yaşamış. Yusuf, sandalye-ağaç'la birlikte büyümüş. Onun üstüne oturup taibatın sesini dinleyerek günlerini geçirmeye başlamış.

Gökten üç elma düşmüş. Biri Yusuf ile ağaç olan sandalyenin, biri ninenin, biri de bizim başımıza.

Hayvanların İşi Gücü


Evvel zaman içinde kalbur saman içinde yel yelin bel belin el elin kel kelin dilinde iken zannettim masal gördüm ki gerçek zannetim gerçek gördüm ki masal imiş bitler tepemde hoplar pireler filimde oynar iken gözüm de göz, dizimde diz, izimde iz var imiş…

Efendim! Şirin mi şirin bir beldemizde, Melike diye güzeller güzeli bir çocuk yaşar imiş. Melike, oldum bittim hayvana haşarata meraklıymış. Odasındaki kavanozda misafir ettiği haşaratları saatlerce seyredermiş. Sürekli kedilerle köpeklerle kuşlarla kazlar kuzularla oynarmış. Ağaçlarda, toprakta, odunların çalıların arasında yeni bir hayvan görse hemen çöküp incelemeye başlarmış. Melike akıllı da bir kızmış. Eğer hayvanları iyi tanır, onlara zarar vermezse kendisinin de zarar görmeyeceğini bilirmiş.

Her fırsatta da “Bunların hepisinin bi işi gücü var. Benim gibi yapıp, beni inceleyecek hâlleri yok heralde o yüzden yani. Çok güzeeeel ya! Baksana! Hiç aldırmıyolar. Önünü kesiyosun gene gidecek bi yol buluyolar.” diyerek küçük hayvanlara imrenir, övgüler düzermiş.

Bir ilkbahar günüymüş. Sanırsın gökten badem çiçekleri yağmış, dallardan erguvanlar fışkırmış, kırlara papatyalar saçılmış! Deniz mavi mavi kokuyor, kelebekler alkış tutuyor, arılar “vızzz! vızz!” fısıldaşıyormuş sanki. Melike gene meraklı gözlerle mahallede gezinirken komşu konağın örme taş duvarında bir şey görmüş. Sanki taşların arasından bir şey kafasını uzatıp tekrar içeri kaçmış. Melike önce ürkmüş ama çok da merak etmiş. Kıpırdamadan sabırla beklemiş. Nihayet az önce gördüğü şey kafasını yine çıkarmış. Melike hiç kıpırdamamış. Derken yaratık tüm gövdesini çıkarmış. Ama sanki eksik bir şey kalmış. Melike eksiğin ne olduğunu anlayamamış. Kıpırdamadan seyretmeye devam etmiş. Yaratık iyice dışarı çıkınca deliğin içinden nerdeyse gövdesi kadar uzun bir kuyruk çıkmış. Eksiğin ne olduğu da anlaşılmış böylece.

Küçük kız, “Bunun işi gücü ne acaba? Çok hareket etmiyo.” diye düşünmüş. Birden hapşırması gelmiş. Eliyle ağzını kapatmış sımsıkı. Gene de engel olamamış. Gözleri kocaman açılarak hapşırmış! Küçük yaratık çok ama çok büyük bir hızla duvarın üzerinde koşmuş ve âniden “Zınk!” diye durmuş. Sadece kafasını kaldırıp, pörtlek gözleriyle çevresine bakınmış. Derisi pütürlü görünüyormuş. Yeşil kahverengi upuzun çizgileri varmış. Biraz ürkütücüymüş ama çok da güzelmiş. Bir sağa bir sola koşmuş durmuş, koşmuş durmuş. En sonunda duvarın en güneşli yerine varmış. Orda hiç kıpırdamadan beklemiş, beklemiş aynı Melike gibi.

Melike bu küçük canlıyı yakından incelemek istemiş. Çoook yavaş hareketlerle yaklaşmış. Ve âniden uzanıp kuyruğundan yakalamış. Yakalayıp kaldırmış. Hayvancağız debelenmiş fakat kurtulamamış meraklı kızın elinden. O da ne! yaratık birden “puff!” diye yok olmuş. Oysa Melike hâlâ parmaklarının arasında kıpırdayan kuyruğu hissediyormuş. Tabii ya! Gerçekten de kuyruk bizimkinin elindeymiş. Ama hayvancağız ortada yokmuş. Kuyruk hâlâ canlıymış. Kıvrım kıvrım kıvranıyormuş. Melike elindeki kuyruğu fırlatıp atmış. Kuyruk yerde kıvranmaya devam etmiş. Küçük kız ağlayarak eve gitmiş. Çok karmaşık duygular içindeymiş.

Olayı, karşısına çıkan ilk kişiye, komşusu Ferhunde Nine’ye anlatmış. Ferhunde Nine gülümsemiş ve, “O anlattığının adı Kertenkele’dir a yavrım! Taşların arasında yaşar. Arada çıkar dışarı güneşlenir. Zararcığı dokunmaz kimseye. Korktu mu aynı anlattığın gibi kuyruğunu bırakır kaçar!” demiş.

Melike, “E! Şindi kuyruksuz mu bıraktım onu ben?” diye sormuş iç çekerek.

Ferhunde Nine, “Hayır kuzucuk! Onun kuyruğu bizim saçımız, tırnağımız gibi. Kesilse de kopsa da uzar. Sen üzülme.”

Melike duyduklarına çok sevinmiş. Bundan böyle kertenkeleleri uzaktan, dokunmadan incelemeye karar vermiş. Dedik ya hem güzel hem akıllı bi kız. Bir kez daha “Hayvanlar, bitkiler insanlara hiç mi hiç benzemiyo. Hepsinin çook önemli işleri var bence. İnsanlar gibi kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyolar hiç. İyisi mi onları işlerinden güçlerinden alı koymayayım ben! Onlara uzaktan uzaktan, usul usul bakayım.” diye düşünmüş.

Gökten bu sefer üç armut düşmüş, biri tabi ki Melike’nin, biri kertenkelenin biri de masalcının başına...

“Aıhhh!..”


İkizler

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bit bitin peşinde it itin yedinde iken balık uçtu havaya lâfım düştü tavaya ben sana el ettim sen bana ne ettin işte aldım payımı dağıttım tayını zort babam zort yort anam yort kafası gülle gövdesi sille dili çatal dişi partal burnu bayır kaşları çayır hayırdır inşallah hayır derken efendim ikiz mi ikiz, ceviz mi ceviz iki kardeş yaşarmış.

Birinin adı Yunus öbürünün Veysel’miş. İki kardeş birbirlerini çok severlermiş. Birine bir şey olsa diğeri üzülürmüş. Biri bir şey başarsa öbürü sevinirmiş. Anlaşamadıkları şeyler de az değilmiş. Her gün tartışırlar ama hiç küsmezlermiş. Çünkü anne babaları da öyleymiş. Tartışırken öpüşürler, öpüşürken tartışırlar; bâzen tartışmakla öpüşmek birbirine karışırmış. Armut dibine düşer a! Yunus’la Veysel de inatla ve muhabbetle tartışırlarmış. Ne güzel! Ne mutlu aile!.. Fakat hep havalar güzel olmaz, kavunlar tatlı çıkmaz, işler yolunda gitmez tabi. Zamanla iki kardeş yeni yeni huylar edinmiş. Eskisi gibi aynı şekilde oynamaz, aynı şeyi sevmez, olaylara aynı şekilde bakmaz olmuşlar.

Mesela biri uçurtma uçururken diğeri salıncakta sallanıyormuş artık. Biri kürek çekmeyi öbürü yüzmeyi seviyormuş. Biri çikolatalı, biri reçelli ekmek istiyormuş. Biri köpekten kaçan kediyi, öbürü köpeği tırmalayan kediyi beğeniyormuş. Biri sonbahar geldi diye hüzünleniyor, diğeri kar yağacak diye seviniyormuş. Yunus’la Veysel’in anne babası sessizce seyretmişler çocuklarını, bu değişime ses çıkarmamışlar. Gel zaman git zaman yeni duruma herkes alışmış. Günler günleri, aylar ayları kovalamış...

Güzel, aydınlık bir yaz mevsimiymiş. Ailecek deniz kenarındaymışlar. İkizler kumdan kale yapıyorlarmış. Tanımadıkları bazı çocuklar da voleybol oynuyorlarmış. Derken top ikizlerin kalesine çarpmış. Kale birden “bum!” diye kum yığınında dönmüş. Veysel bu duruma çok sinirlenmiş.

Top oynayan çocuklara çıkışmış, “Gidin evinizin önünde oynayın bi kere topunuzu!” diye bağırmış.

İkizlerin anne babası gülüşmüşler.

Voleybolcu çocuklardan kızıl saçlı olanı, “Kazayla oldu ki! Niye baarıyosun ki!” diye diklenmiş.

Yunus, “Boşver boşver, gene yaparız. Boşver boşver.” demiş alttan alarak.

Veysel kızgınlıkla, “Ama onlar da dikkat etsinlerdi!” demiş.

Anneyle baba imalı bir şekilde öksürmüşler, tıksırmışlar. Orda bulunduklarını hatırlatmışlar.

Veysel kavgacı bir çocuk olmadığını göstermek istercesine voleybolcu çocuklara seslenmiş, “Bi anlıktı ki kızgınlığım benim bi kere. Tamam tamam geçti.” demiş.

Voleybolcular, Veysel’i yadırgamışlar ama yumuşamışlar da öte yandan. Veysel’in bu lâfı çevredekileri de gülümsetmiş ayrıca.

Eh! Neyse ki olay daha fazla büyümemiş. Herkes oyununa devam etmiş. Kulaç şapırtıları, yaramaz çığlıklar, meşin topun ele çarpınca çıkardığı ses ve masmavi bir koku… Ohh!.. hepsi karışmış birbirine. Çevredekiler ikizlerin anne babasına yaklaşmış onlarla muhabbet etmeye başlamışlar. Aileler birbirlerine meyve, kurabiye, çay ikram etmişler. Muhabbete dalmışlar. Herhalde herkes kendi çocuğundan söz ediyormuş. Günün güzelliği geri gelmiş. Derken voleybolcu çocukların topu suya düşmüş, açığa sürüklenmeye başlamış. Veysel topun peşinden hemen atlamış denize. Fakat top çok hızlı bir şekilde açığa sürükleniyormuş. Veysel’de peşinden yüzüyormuş. Büyükler muhabbete öyle bir dalmışlar ki çocukların ne yaptığını görememişler. Top açılmış Veysel açılmış. Top açılmış Veysel açılmış. Kızıl saçlı çocuk tehlikeyi anlamış ve var gücüyle bağırmaya başlamış. Büyükler uyanmış. Ama Veysel o kadar çok açılmış ki görememişler. Veysel çoook uzakta küçük bir nokta kadarmış! Öte yandan Yunus’da yokmuş ortalıkta! Tüm büyükleri, özellikle ikizlerin anne babasını bir telaş almış! Anne bağırmaya başlamış acıyla! Baba sağa sola koşturmuş şaşkınlık içinde! En sonunda kendini suya atmış! O da ne!? Çok uzakta bir kayık Veysel’e yaklaşmaktaymış. Kürekleri çekense Yunus’muş. Yunus kardeşini kayığa alıp kıyıya kürek çekmiş. Yarı yolda babaları karşılamış çocuklarını. Kıyıya kadar eskortluk yapmış onlara. Bir de sürpriz! Veysel denize kaçan topu getirip kızıl saçlı çocuğa vermiş.

Kızıl saçlı çocuk mahçup olmuş, “Sağol ya! Korkuttun ya! Üff! Sağol işte yani. Benim adım da Barbaros.” demiş. Büyükler de başka türlü bir mahcubiyet içinde gülümsemişler. O günden sonra Barbaros’la ikizler çok iyi arkadaş olmuşlar. Asıl önemlisi, yani kıssadan hisse, insanlar ikiz bile olsa tıpatıp benzemezler birbirlerine. Masalda görüldüğü gibi bunun yararları bile vardır hepimize.

Gökten üç elma düşmüş. Biri ikizlere, biri anne babaya, biri de bize.